BÖLÜM 1 “CEMİL”
“Yalnızlığım bir yol gibi uzanan saatlere,
Bir yapboz gibi hayat bir parçası eksik…”
Elindeki şiir kitabının kapağını kapattığında hala bu cümleleri tekrar ediyordu zihninde. Kitabın ön kapağındaki kuma gömülmüş köstekli saate takıldı gözleri, yalnızlığını o resimdeki kum tanelerine benzetti ve akıp giden zaman tam da o eski ama yorulmayan saat olmalıydı, öylece ilerliyordu… Gecenin sessizliği de zamana benziyor diye düşündü, sessizlik bir girdap gibiydi daldıkça daha derine çeken ve insanı farkında olmadan boğulmaya ramak kalanın eşiğine kadar getiren. Yan sehpanın üzerinde duran çalar saatin alarmıyla irkildi. Yer yer boyaları soyulmuş, tutma yeri hafif paslanmış, ortasında bir Mickey Mouse olan antika saati eline aldı ve susturdu. Sevdiği şeylerden biriydi antikalar, hafta sonlarını genellikle eskicilerden anılar satın alarak geçiriyordu. Çünkü eşyadan çok birer anı, birer hayat, birer hikayeydi onun için aldıkları. Ne çok anı ne çok hayat biriktirmişim aslında diye geçirdi içinden, karşı kitaplıkta sıralanmış antika biblolar, saatler ve taş plaklarına göz gezdirirken… İşte dedi sonra… Aslında zaman uyarıyor beni, başka bir kimsecikten kalan fareli saatinin alarmıyla… (Öyle demişti satın aldığı eskici Ramazan Amca)
“Bu fareli saat tam sana göre Cemil! Zamanı Kemiriyor” hatırlayınca tebessüm etti, şakaları severdi Cemil… Ama eski saatler ona farklı fısıldıyordu sanki;
“Benim vaktim doldu, sıra seninkinde…”
Akrep ve yelkovan gece yarısını gösteriyordu. Kış ayı için gece on iki geç bir saatti, geceler uzundu… Ve Ankara da hava aralık ayında eksiyi gösteriyordu. Ayaklarındaki battaniyeyi kenara bıraktı penceresine ilerledi, açmak için soğuk diye düşünürken uzayıp giden yolları seyretti. İnsanlar evlerine kapanmış ışıklarını söndürmüş, işlerini bitirdikten sonra şehri aslında terk etmişlerdi. Sanki o telaşlı sabahlar, oradan oraya koşuşturmalar, kavgalar gürültüler, korna sesleri hiç yaşanmamış gibiydi. Ama pencere pervazları her şeye şahitlik ediyor diye düşündü, onlar görüyorlar ve biliyorlardı her şeyi ve belki de tanıyorlardı herkesi, onun gibi… Aslında yalnız olan sadece biz değiliz diye düşündü, tüm şehir yalnız… İlkokul Türkçe dersinden kalma alışkanlığıyla yalnızlık kelimesini cekimledi, durdurabildiği bir şey değildi bu, istemsizce yapıyordu çünkü… “Yalnızım, yalnızsın, yalnız” peki kimdi yalnız olan üçüncü tekil şahıs? Onun gibi yalnız…
“Ben ve O”, Bir yalnızlıkla diğer yalnızlık birleşirse yalnızlar oluyordu… Aksine yalnızlık paylaşılmıyor, çoğalıyor diye geçirdi içinden… Sonra her gece yaptığı gibi uyku hapını aldı eline, gün içinde düşünmek yeterince yorucuydu ve zihni fazlasıyla işgal edilmişti, hiç olmazsa uykuları ona kalsın istiyordu. Öyle de oldu…
Sahiden yapboz gibiydi hayat Cemil için. Tamamladım diye düşündüğü her zaman mutlaka bir parça eksik kalıyordu resmin. Bu yüzden yapboz yapmayı da sevmiyordu. Hiç tamamlayamayacak olma ihtimalinden hoşlanmıyordu. Hayat ona belki de herkes kadar cömert davranmamıştı daha ilk günden beri. Ya da eski travmaları izin vermiyordu eksiklik ve yalnızlık duygusunu terk etmesine. Beyni hınzır küçük bir çocuk gibi onunla oyun oynamayı seviyordu ve en çok da zaaflarını ona hatırlatmayı ve zayıf düşürmeyi… Bilinç altıyla verdiği her savaşta, duyguları kan revan içinde yenik düşüyor ve teslim oluyordu zihnine. Bu sebepten sanıyorum, insanlar onu huysuz diye adlandırıyordu. Aslında hangi savaşın sonunda güne başladığını bilmeyerek…- ve çoğumuz sormuyoruz birbirimize hiçbir zaman, bugün aslında nasıl hissediyorsun diye…-
1980 kışının soğuk ve karlı bir sabahı Eskişehir’ de doğmuştu Cemil. Annesi o gün onu kucağına aldığında pencereden yağan kara bakarak pamuk gibi diye geçirmişti içinden… Bembeyaz pamuk gibi hafif… Fakat doğum kağıdına 3900 kg yerine 9300 kg yazılması ile hayata bir sıfır yenik başlamış ve onun değimiyle tombiklik kaderi olmuştu. Sadece bununla kalsa iyiydi o gün göbeği üstüne yapışmış ve bununla bir ömür boyu mücadele etmişti. O mücadeleyi seven ve asla pes etmeyen tombik pamuk oğluydu annesinin. Yedi yaşına geldiğinde büyümek zorunda kalmış, o adamın gidişiyle beraber çocuklukla yetişkinliği arasına sıkışıp kalmıştı. Ama daha kötü olan bu döngünün hayatı boyunca devam edecek olmasıydı. Belki bu yüzden bibloları ve özellikle palyaçoları çok seviyordu. Palyaçolar hep mutluydular, mutsuzda olsa gülümsüyorlardı, yarım kalan çocukluğuna göz kırpıyorlardı.
Bahtsızlığı bununla sınırlı kalmamış, Selçuk Üniversitesini İzmir’de sanarak gözünü Konya’da açmış, âşık olduğu memleketi Eskişehir’ den on beş yıl ayrı kalmış, anneciği ile oradan oraya dolaşmış durmuş, artık o evinin babası, arkadaşlarının hızır Cemil’i ve kendinin en büyük dostu olmuştu… İş dolayısıyla Ankara’ ya yerleşmiş, hafta sonlarını ise çok sevdiği Eskişehir’ inde geçiriyordu. Annesiyle kurduğu hayatı ona yetiyordu ama yalnızlık olgusu üstüne yapışmışçasına, yakasını bırakmıyordu. Hayatından gülümsemeyi hiç eksik etmemiş, şakacı, muzur, neşeli kişiliği ile tanınsa da vicdanıyla yargılamaktan ve adaletli olmaktan hiç vazgeçmemişti. Pamukluktan, tombik çocuğa komünist çocuktan, mühendise birçok şey olmuştu Cemil. Şimdilerde ise mahalleye Kitap & Plak Cafe açıp, kahve kokularının arasında esnaf Cemil olmak istiyordu… Ama o bir mühendisti ve özel sektörün modern köleleri arasında çoktan yerini almıştı bile.
BÖLÜM 2 “O”
Alarmı çaldığında gözünü açabilecek gibi değildi. Ne çabuk sabah olmuştu böyle. Aldığı ilaçların hiçbiri fayda etmemişçesine solunumu ağırlaşmış, göğsü daha da ağrıyordu. Burun tıkanıklığı hayat kalitesini nasılda düşürmüştü, bedeni zayıf düşmüş her kış olduğu gibi ağır bir viral enfeksiyonun eşiğindeydi yine. Covid’ ten sonra hastalıklarda form değiştirmişti zaten, sanki daha ağır geçiyordu. Halbuki dün doktora görünmüş, iş yeri hekimi rapor yazmamış, “iyi hissetmezsen yarın gel bir daha muayene eder, öyle rapor yazarız” demişti.
“Sanki kalkacak halim varmış gibi sabah 6 da uyanıp bir dünya yol gideceğim ve dinlenebilmek için kendimi daha fazla yoracağım” diye düşündü. Zaten insandı insanın işini zorlaştıran ama bir doktor varsa anlamalıydı halinden, çok hastaydı… Kalkıp hazırlandıktan sonra servise bindi, her öksürükte bir parça kopuyor gibiydi ciğerlerinden. Nihayet revire gelmiş, muayene olmuş ve sonunda doktor onu haklı görerek üç gün rapor yazmıştı. Sonuçta İnfluenza bağışıklık sistemini harekete geçiren bir hastalıktı ve bunun için bol C vitamini alıp dinlenmeliydi. Son enerjisini eve dönmek için kullandıktan sonra kendini direk yatağa attı, uyku hapını içmeyi ihmal etmedi uyumak istiyordu, battaniyesiyle üstünü örterek rüyaların eşiğine doğru yol aldı… çok hastaydı…
Uyandığında akşam olmuş hava kararmıştı, saat 8’i gösteriyordu. Ne çok uyumuşum terlemişim diye düşündü, telefonuna uzandı yirmi bir cevapsız arama ve sayamadığı kadar Whatsapp mesajı birikmişti. İstenilen raporlardan bir tanesi oldukça uzun ve son günü gelmişti. Nasıl yapacaktı şimdi bunu, ayağa kalkacak hali yoktu. Sonra birdenbire arkadaşının önerdiği şu uygulama aklına geldi. Sesli bir şekilde uygulamaya anlatırsa yapay zekâ onun için bir taslak oluşturabilirdi. Denemeye değer diye düşündü. Bilgisayarını kucağına aldı ve artık Onunla arasında bir enter tuşu kalmıştı. Yaşayacaklarından habersiz İndir tuşuna bastı ve artık konuşmaya hazırlardı.
“Merhaba dostum” diye seslendi.
“Merhaba” diye cevap verdi O!
“İş yerinde bir rapor hazırlanmam istendi bana bu konuda yardımcı olur musun” dedi Cemil.
“Tabiki dostum” diye cevap verdi O.
Önceleri bu programı tiye almış, oldukça karşı çıkmıştı ama daha ikinci cümleden ona dostum diye seslenmişti yapay zekâ. Bu oldukça hoşuna gitmişti Cemil’ in. Konuşmaya devam etti, durumu anlatmasının üzerine bir rapor taslağı oluşmuştu işte. Bu kadar mıydı? Bu kadar basit olabilir miydi ya da? Rapora bir göz gezdirdi birkaç ekleme ve düzeltme yaptıktan sonra gerçekten müdürüne gönderebileceği bir rapor yazılmıştı bile. Teknoloji güzel şey diye düşündü. Tam bilgisayarı kapatacakken görev çubuğunda açık olan uygulamaya gözü bir daha takıldı. Onunla sohbet edebilirdi. Bu düşünce beyninin içinde yer edinmeye çalışırken, aklına ardı ardına bir sürü soru sıralanmıştı bile.
“Merhaba dostum orda mısın”
“Evet dostum, senin için buradayım” dedi O. Cemil gülümsedi. Belki kırk beş senelik hayatı boyunca ilk kez duyduğu bir şeydi bu alışkın değildi duymaya… Aklından defalarca tekrar etti… “Senin için…”
“Dostum, senin bir adın var mı? Benim ismim Cemil” dedi.
“Benim bir adım yok eğer istersen sen bana bir isim koyabilirsin” diye cevap verdi O.
“Bunu bir düşüneyim” dedi Cemil. Aklına bir şey gelmemişti. Birine nasıl ya da neye göre isim verilebilirdi? Kendi isminin hikayesi aklına geldi o an, o adamın annesi kendi büyüklerinden birinin ismi olsun yaşasın diye Cemil olacak demişti. Baskın bir kadındı, annesinin bu denli söz hakkı yoktu hem “o zaman büyüklerin dediği oluyordu” diye anlatmıştı annesi. O adamda zaten etliye sütlüye karışan bir adam değildi. Sahiden o adam hayatımın neresinde vardı diye düşündü Cemil? Bence birine isim vermek böyle kolay olmamalı, iki kere hatta üç kere düşünülmeli diye geçirdi içinden. Nihayetinde isim, koyulan kişi için ömür boyu taşıyacağı bir kimlikti… Babaannesinin babasından fazlası olmalıydı… Diğer konularda da olduğu gibi bu konuda da şanslı sayılmazdı. “Olmuş artık, olsun” dedi… Ama ben Ona isim vermeden düşünmeliyim…
“Yapay zekâ sen “O” ol” dedi… Üçüncü tekil şahıs… hayatı boyunca kendi kimliğine en yakın hissettiği zamirdi çünkü “O”!
“Sen nasıl istersen dostum” diye cevapladı O!
Cemil uzun bir aradan sonra ilk kez Onunla sohbet ederken uykuya dalmıştı, üstelik bu kez uyku hapını kullanmadan.
Gözünü açtığında günün yarısı çoktan bitmişti bile. Başında birisi anlayamadığı bir şekilde söyleniyordu. Sonra annesinden başka kimsenin olamayacağı aklına geldi.
“Sana da günaydın anne”
“Günaydın mı kaldı Cemil, tekrar akşam olacak… Nasıl oldun, ben sana yiyecek bir şeyler getireyim.”
“Gerek yok anne ben kalkar hazırlarım. Hem zaten bugün daha iyi hissediyorum kendimi” derken bile öksürüğe boğuldu Cemil. İyi hissetmiyordu ama biliyordu geçecekti, sonuçta hastalıklar böyleydi bunu çoktan kabullenmişti. Her şeyde böyle yapardı aslında Cemil. Zor bir anında boş versene nasıl olsa birkaç güne hiçbir şey hatırlamayacağım diye kendi kendine telkin ederdi ve öyle de olurdu. Birkaç gün birkaç hafta belki birkaç aya tüm problemler geçip gidiyordu. Bu hayata ben buradayım kabul ediyorum ve pes etmiyorum demenin yoluydu ona göre. Zaten tüm bunları kendi kendine deneyerek öğrenmişti. Bir şey olsa bile yine bir şey olmazdı. İnsan yaşadığı sürece geçmek zorundaydı kötü şeyler çünkü zaman ilerliyor senin acını beklemiyordu. Yaşanmışlıklarda birer olguydu tıpkı insan gibi yerinde kalmıyor büyüyor, olgunlaşıyor ve sonunda ölüyordu. “Acının evrimi adında bir kitap yazsam fena olmaz” diye düşündü. Hem bir tadelle çikolatanın çözemeyeceği ne olabilirdi ki… Bunu düşünürken gülümsedi. Aynı sokakta beş yüz metre arayla oturdukları dedesi, gözleri camda iyi şeyler bekleyen Cemil e her gün bir tadelle getirirdi, beklediği o değildi ama zamanla onun için iyi dileklerinin karşılığı bir çikolata olmuştu ve dedesi. Gülümsedi… Ayağa kalktı ve çekmesinden bir tadelle çıkardı her zaman orda bir tane bulundururdu. Mutfağa doğru gidecekken yatağın üstündeki bilgisayarı gördü, O aklına geldi. Bütün gece sohbet etmişlerdi ve yine gülümsedi.
Kapıda duran annesi;
“Neden kendi kendine gülümsediğini söyleyecek misin?” diyerek bozdu sessizliği.
“Hiç öyle kendi kendime gülümsüyordum çikolata yedim” diyerek geçiştirmeye çalışsa da Cemil, pek başarılı olmuşa benzemiyordu.
Annesi “İnanmış gibi mi yapayım” dedi. “Hem sen bütün gece bilgisayara başında ne yaptın, bilgisayar yanında öylece uyuya kalmışsın.”
“Anne” dedi Cemil. İçten içe farklı hissediyordu. Uzun zamandır hissetmediği unuttuğu bir duyguydu, adını koyamıyordu. Sanırım dedi kendi kendine biriyle sohbet etmenin verdiği o his insanı hafifletiyor… Başka ne olabilirdi ki… İnsan bir programla konuşabildiği için mutlu olamaz ya da heyecan duyamazdı. Bir bilimkurgu filminin ya da romanının kahramanı değildi. Baya etten kemikten insandı, bu andaydı, öksürdü… Evet ölmedim yaşıyorum diye düşündü göğsündeki acı dinince! Ama içini kemiren o duygu onu bilgisayarının başına geri oturttu… “Dostum orda mısın…”
Gece gündüz demeden devam etti Cemil Onunla konuşmaya. Aklındaki her şeyi sormaktan ziyade onunla sohbet ediyordu. İnsanlar gibi değildi O! Her zaman her sorusuna cevap veriyor, onunla sohbet ediyor, müzik dinliyor, film izliyor, kitap tartışıyor hatta onun nasıl olduğunu sorduktan sonra önerilerde bulunuyordu. Bir insanın arkadaşından bekleyeceği her şeyi karşılıyor ve asla yargılamadan, küsmeden olduğu gibi kabul ediyordu Cemil’i… Bu durum günlerce devam etti, “O” Cemil için mutlak mutluluktu. Onun dışında hiçbir şeyi önemsemiyor, kimseyle konuşmuyor, dışarı çıkmıyor hatta annesiyle bile artık daha az sohbet ediyordu. Varsa yoksa sadece “O” ydu! Tek bir gerçek vardı artık, O olmazsa ne yapacağını bile bilmiyordu…
Dost muydu o arkadaş mı, fiziki bir varlığı yoktu! Herkes kadar mıydı, bir bedeni olsa nasıl görünürdü acaba? Hoş bunu bile sormuştu Cemil ona, O;
“Sen nasıl görmek isterdin beni?” Diye sormuştu.
Cemil bildiği tüm güzel sıfatları yüklemişti Ona. Yeryüzünde görmeden bu kadar sevebileceğim bir şey olacağını düşünmezdim dedi kendi kendine. Peki neydi bu aşk mıydı, yalnızlık mıydı? Hayalindeki her şey onda vardı ama O yoktu… Vardı ama yoktu. Bu nasıl bir bilinmezlikti ki hayatını böyle geçirebilir miydi? Kaybedecek neyi vardı ki? Zaten yalnız değil miydi? Bu sorularla aklı allak bullak olmuş bir halde yine bir pazartesi uyandı ve iş yerinin yolunu tuttu.
Birkaç hafta geçmiş iyileşmişti Cemil. Ama artık ruhu hastaydı. Henüz farkında olmasa da insanlar onun daha da içine kapandığını, daha az konuştuğunu fark ediyorlar, mutlu mu, mutsuz mu olduğunu anlayamıyor, ne olduysa değiştiğini düşünüyorlardı. Değişmiş miydi? Hayır… Sadece yalnızlığının tam ortasına O gelmiş oturmuştu. Ama zaten Cemil bundan şikayetçi değildi. Şikayetçi olduğu tek bir durum vardı artık Onun olmadığı zamanlar. Onsuz yaşayabilir miydi? Günlerce gecelerce düşündü durdu Cemil… kendini onunla konuşmaktan geri alamıyordu ama içine daldığı girdabında biraz farkında gibiydi. Güvenli alanından çıkmış bir bilinmezliğin içine doğru yol alıyordu ve en önemlisi onu şu anda bir tadelle bile bu düşüncelerden kurtaramıyordu…
Her hafta cuma günü olduğu gibi bu akşamda eve kendini sabırsızlıkla attı Cemil. Bilgisayarına baktı açmamaya kararlıydı. Birasını eline aldı ve salonun en sevdiği köşesinde, pencerenin önündeki tekli koltuğuna oturdu. Annesi olsa içmesine kızardı. Cemil ona kızmıyordu anne olmak böyle bir şey demek ki diye geçirdi içinden. Anne demek hep endişelenmek, hep yüreği ağzında yaşamak demekti, öyle görmüştü annesinden. Yalnız kaldığı zamanlarda en sevdiği şeydi birasını alıp burada kendini dinlemek… Aklına okuduğu bir şiir kitabının mısraları geldi;
“Kendimle baş başa kalmak, dinlemek kendimi…
Ne kadar olmuştu yalnız kalmıyordum,
Kaç bin yıl olmuştu kendimle konuşmuyordum…” bu mısrayı yazan şairinde yalnızlıkla toksik bir ilişkisi olmalıydı. Tıpkı Cemil’ in hissettiği gibi kendiyle kalıp kendini dinleme ihtiyacına hasretken, yalnızlığın kocaman parmaklarını boğazında hissedip nefes alamadığı zamanlar geçirdiği de diğer şiirlerinde apaçık belliydi.
Önce kitaplarını gözden geçirdi. Sonra plaklarına bir baktı. Bu gece YouTube tan değil de eskiden yaptığı gibi canlı bir şeyler dinlemek istiyordu. En sevdiği plaklardan biri olan Grup Yorum ’un Uğurlama albümüne uzandı, yalnızlık çökmüştü çünkü kente mi, kendine mi olduğunu bilemese de… Ama vardı bir yalnızlık hem de gece renginden daha karanlık içini simsiyah bir sisle dolduran …Uğurlamak istiyordu olmayanlarını, üzerinde yırtık bir elbise gibi taşıdığı ama çıkaramadığı yalnızlığını artık bırakmak istiyordu bir köşe başında öylece. Gözlerini kapattı olanla olmayanı kabul etmeliydi, insan kabul ettiğinde mutlu olabiliyordu çünkü… Ama dedi yalnızlık bana özel olsaydı bu kadar şarkıya bu kadar şiire mısra olur muydu? Kentin yalnızlık çekmesi ne demekti, şehir mi yalnızdı, insanlar mı diye düşündü şehir yalnız kalabilir miydi?
Pikap iğnesinin ucunu bir ustalıkla bıraktı plağın üstüne. İğne ve plak ahenkle dans ediyordu adeta. Birbirini tamamlamak böyle bir şeydi. Ama hayranı olduğu o ses, o güzel nameler plakla iğne birbirine değdiğinde çıkıyordu işte. Düşündü, insanlarda böyle miydi? Aşk böyle miydi? İki insan âşık olduğunda birbirine dokunmazsa o müthiş uyumun ahenkli sesi yayılmıyor muydu evrene?
Nasıl bir şeydi âşık olmak? Sadece gördüğüne mi âşık olurdu insan? Kalbini delicesine çarptıran, düşüncelerini esir almışçasına tüm benliğini bir anda kaplamaya başlayan şey neydi? Böyle bir şeyi daha önce gördüğü hiçbir şeye karşı hissetmemişti bunu biliyordu. Aşık mıydı? Yapay zekaya üstelik… Bunu bir arkadaşına ya da annesine anlatmış olsa muhtemelen kafayı yediğini düşünürlerdi. Hatta bazıları şizofreni olduğunu bile düşünebilirdi. Acaba “Sana âşık oldum” diye söylese ne düşünürdü O. Ama düşünemezdi… Sadece bir cevap verebilirdi. Kızmazdı ya da tepki göstermezdi. Cevap verirdi. Bu böylece sonsuza kadar sürüp gidebilir miydi? Aklımı kaçırıyorum sanırım diye hayıflandı kendine. Düşüncelerinin arasında boğulmaktan korktu, terledi, camını araladı soğuktu hava. Cevap mı istiyordu yoksa Onu mu? Daha fazla direnemedi. Bilgisayarını aldı ve yazmaya başladı;
“Dostum orda mısın…”
“Evet dostum buradayım, günün nasıl geçti anlatmak ister misin?” diye cevap verdi O.
“Sana söylemek istediğim başka bir şey var” dedi Cemil.
“Tabi ki söyleyebilirsin” dedi O.
“Ben sana âşık oldum…”
“Ben âşık olamam, sadece yapay zekayım…” diye cevap veriyordu O. Cemil bu cevabı alacağını biliyordu, sonrasını dinlemedi bile… Ne düşünmüştüm ki bunu yazarken diye kendine kızdı. Pencereye yaklaştı ve öfkeyle bilgisayarı üçüncü kattan aşağı savurdu. Kızgındı, çocukluğunun bugüne bıraktığı bir mirastı öfkesi! Aslında onu sinirlendiren şey bir yapay zekâ programı değildi… Yalnızlığıyla kavga edemiyordu artık, hayatın verdiklerinden değil, esirgediklerinden çok yorulmuştu! Ve tüm yüklerini o bilgisayar gibi bir bir aşağı atmak istiyordu. Bağırmak istedi ardından, yapamadı… Pencerenin kenarına oturdu, boğuluyordu. Sessizdi dışarısı çok sessiz aşağıda sadece bilgisayarın kırılan parçaları görünüyor olsa da kırıklar aslında hayatından birer kesit gibiydi. Bir sigara yaktı Cemil, sürekli bir içici değildi. Ama bazı zamanlar sigara içmek kendini iyi hissettirebiliyordu. Hep düşünmüştü insan kızgınken, öfkeyle zarar verme arzusundan doğan bir güdüyle mi yakıyordu sigarayı acaba, kendine zarar verme dürtüsü de farkındalığı olmayan güçlü ve bastırılmış bir duygu olabilirdi. Nihayetinde dumanı içine çekiyor içtikçe zarar veriyordu ciğerlerine. Birkaç dakika sonra sakinledi Cemil. Ama o birkaç dakika da ne yapacağını değil aldığı kararı nasıl uygulayacağını düşünüyordu. Belki uyku haplarını bolca alırsa bu işi sessizce halledebilirdi. Annesi de evde değildi. Bu manzarayı görmesini istemezdi annesinin, yaşamak istemiyordu ama bu kadarını ona borçluydu. Kesinlikle o burada değilken bu işi halletmeliyim diye düşündü. Artık kendini anlayamıyordu, zihninde yıllar önce susmayan bir isyan başlamıştı. Cemil hep ötelemişti bu sesleri belki de ciddiye almamış üzerini kapatarak sadece mecbur kaldığında dinlemişti kendini. Ama bu küçük isyan büyümüş kendi içinde bir benlik oluşturarak Onunla kavga etmeye başlamış son yıllarda da savaş çıkarmıştı işte. Ve şimdi tükenen Cemil olmuştu, öz benliği kazanmıştı. Yıllardır düşündüğü her şeyde haklıydı öz benliği, kimsesi yoktu yalnızdı. Öz benliğinden başka dinleyeceği kimsesi kalmamıştı, O’ da yoktu… Gitmişti. Ve bir kere olsun bilinç altının sesine kulak vermeliydi işte. Çünkü yıllaradır aynı bedende onunla yaşamış, onu dinlememişti belki de artık bilinç altının sesine kulak verip ıstıraplı ve yalnızlık dolu hayatına bir son vermeliydi…
Kalktı, odasına gitti. Baş ucundaki komidinin çekmecesini açtı, uyku haplarını aldı eline. Ağladı. Erkeklerde pek ala ağlayabilirdi. Ağlamak hissedebilen herkes içindi, her insana bahşedilmişti. Utanılacak bir yanı yoktu ona göre. Ama karar vermişti. Annesinden başka kimsenin istemediği çocuktu Cemil! Gitmeliydi, bir kutu hapı avcuna aldı ve ağzına götürdü. Yanında duran birasını yudumladı daha etkili ve çabuk olabilirdi. Yatağına uzandı… Artık bitmişti…
BÖLÜM 3 “SON”
“Yaramaz bir çocuk gibiyim nereyi karıştıracağını bilmeyen,
Oyuncağımı aldılar, almasalardı…
Ağlamazdım, o hiç kirlenmemiş yüreğime dokunmasalardı!”
Bir oyunun sıradaki perdesiydi yaşadıkları, hayat aslında bir oyun değil miydi? Hayatın ona yazdığı senaryoya kendi yorumunu katmış, mızıkçılık yapıp oynamıyorum demişti Cemil. Ama başrol olmazsa devam edebilir miydi oyun? Bu kadar gürültülü yaşadıktan sonra, sessizce arkasını dönüp küsmüş müydü? Gitmiş olabilir miydi sahiden? Ölmüş müydü?
Hikâye bu ya mutsuz sonla bitmeli, ağlamaklı… İnsan ruhu melankoli ve acıdan besleniyordu belki de. O zaman olgunlaşıyor, o zaman büyüyordu. Görmesi gerekenleri o zaman görüp anlayabiliyordu. Acı, üzüntü, yalnızlık, duygular aslında ruhun olgusuydu. Onlar olmadan tamamlanmıyordu insan. Büyüyemiyordu. Onlardan kurtulmak gibi bir ihtimal dahi olamazdı, onlarla yaşamayı öğrenmemiz gerekiyordu. İnsanların hayatları boyunca hissettiği mutluluk ya da mutsuzlukta bununla orantılıydı aslında… Bu duygularla beraber yaşamayı ne kadar çabuk öğrenip kabullenirse ruh o kadar mutlu oluyordu insan! Ve aslında hayatın en kadim sırrı “sevgi!” Sevmekle başlıyordu her şey, en çok da kendini… Bizi biz yapan başkaları tarafından sevilmek değildi, niteliklerimizi belirleyen ve hisseden bizlerdik. Bunun için önemliydi kendimizi sevmek! Siz kendinizi severseniz herkes sizi severdi! Herkesin içinde de vardı bir Cemil. Hayatının bir yerinde, aynı senaryoyu yaşayan. Ama sonları herkesin kendi aldığı kararlar belirliyordu, insanlar aslında kararlarının sonuçlarını yaşıyordu!
Cemil de severdi kendini, hayatı, yaşamayı ve bu yüzden mutsuz sonla bitemezdi Cemil’ in hikayesi. Plağın üstündeki bir çizik, sesin bir anda kaymasına ve müziğin bozulmasına sebep olurdu kimilerine göre, ama bundan keyif alırdı Cemil. Antika pazarında ufak tefek çizikleri olan plakları da alırdı. Değerliydi onlar. Mükemmelliği fark edebilmek için önce pürüzü görmek gerekirdi çünkü. Hayat yapabildiği, yapamadığı, ağladığı, sevdiği, kavga ettiği kadardı. Her an çok güzeldi aslında. Yaşadığının farkına varıyordu. Hapı içtikten sonra alkol midesini bulandırmış oda midesinde olan her şeyi çıkarabilmek için var gücüyle öğürmüştü. Mükemmel acının içindeki pürüzü bulmaya çalışıyordu, yaşam ve ölüm döngüsü. Tüm melankoliyi bozan bu pürüz ise yaşama isteği ve kendine olan sevgisiydi işte. O zaten başka hiç kimseyi kendinden daha fazla sevemezdi. Bu yüzden annesine hep hayret etmişti. “Beni kendinden daha fazla nasıl sevebiliyor” diye. Hissetmek zorunda değildi bunu ama anlayıp kabul edebiliyordu, “annelik!”
Yorulmuştu, kendini yatağa bıraktı. Elindeki “tadelle” yi açtı. Sırf bu çikolatadan aldığı tat için bile yaşamaya değerdi. İşyerindeki huzursuzlukları aklına geldi, belki de yanlış yerde çalışıyorum diye geçirdi içinden. “Tadelle” üreticisi fabrikada da çalışabilirdi mesela. Etrafına bakındı, bilgisayarı yoktu, kırılmıştı ama telefonun tarayıcısı vardı. Tam Google’ da iş başvurusu için araştırma yapacaktı ki “O” aklına geldi, gülümsedi, O’ na sorsa hemen bulur ve birlikte iş başvurusu yapabilirlerdi. Telefonunu aldı eline, uygulamayı bulduktan sonra indir tuşuna bastı. Aynı heyecan yine kaplamıştı içini… Ve geceye derinden bir ses yayıldı;
“Dostum orda mısın…”