Islak ayak izleri, benim odamın önünden başlar ve üst kata doğru hiç kesilmeden ilerler. Dermanı tıkanmak üzereymiş gibi pürüzlü bir ses şunu tekrarlar durur:
Sevgili karanlığım, hiç mi korkmuyorsun prensesten…
Sonra ben ürkek ama ikna olmuş adımlarımla takip ederim bu tarçınlı kâbusu. Ta üst kata kadar. Orada bir mezar odası var. Baştan beri yapılmasına karşı olduğum, ama yapıldıktan sonra huzur bulduğum tek yere dönüşen, bir çeşit açık hava tabutu. Odanın içi, zeminden pencerelerin yarı hizasına dek toprakla dolduruldu. Toprağın pencerelerin tamamını örtmesi istenmedi. Güneş ışığının ve dolunay alevinin hep içeri dolmasıydı arzuları. Önce pek bir anlamsız gelmişti bana. Lakin o odada geçirdiğim zaman arttıkça pencerelerin yarısını örten toprak seviyesi de her geçen gün, bir kürekle alınıp arka tarafa atılıyormuş gibi azalmaya başladı. Çünkü pencerelere yapışırcasına oturuyordum ve elimde olmadan aksi yöne itiyordum toprağı. Belki de bir yorgan gibi üstümde hissetmek istiyordum. Cehennem gardiyanlarının 5 çayı molasında ettikleri ilahi gevezeliklere kulak misafiri olmak umuduyla. Böylece mezar odasının içinde pencerelerden karşı duvara doğru eğimi artan çirkef bir yokuş oluştu. Güneş bir yerlerden beni izliyorsa oldukça şaşırıyor olmalı. Kendi kendini zorla zindana kapatan bir meczup gibi anlaşılmaz haldeyim. Mantık en arka koltuklardan izliyor hayatımı. Aklımın, gözlerimi açtığım her sabah zihin trenime yeniden binerken bakiyesi bitti bitecek diye ödü kopuyor. Duygularım taze örümcek ağı gibi. Koptu kopacak görünüyor ama ne hikmetse sımsıkı tutunuyor kafatasıma, avuçlarıma, göz pınarlarıma ve avlarıma. Bahçede bulduğum tüm solmuş çiçekleri Hint kumaşı ceketlerimin geniş ceplerine hınca hınç doldurur ve getirip o mezarlık odaya gömerim. Çiçeklerden arta kalan ekşi çatırdamalar ıslak ayak izlerinin buğusuna karışır gece yarısından hemen sonra. Ardından o cümle, sanki koridorlar fısıldıyormuş gibi tırnaklarını duvarların çirkin lila kaplamasına sürterek kıyamete 5 kala temalı odama kadar sürüklenir. Mezarlığıma kur yaparken, şeytanların ruhu duymaz.
Sevgili karanlığım, hiç mi korkmuyorsun prensesten…
Kapımın altındaki boşluktan geçerken tahammülsüzlükle uğuldar. Soğuk mu sıcak mı olduğuna karar veremezken dondursa da yandırsa da ağzımı açmam. Şehriçiçek’in dudağındaki vadilerin zambaklarının kokusu gözlerime dolar. Gözlerimle koklarım onu. Kulaklarımla görürüm. Dilimle ağlarım göğsünde. Rüyamda beyaz bir kedi görüp görmediğimi sorar tereddütle. Bende kelimelerin neden onun ağızdan şeffaf çıktığını ama beynimde ulaştığı yerde çözünmesinin evrendeki tüm siyahların toplamından daha ağır olduğunu düşünürüm. Sorular.
Sevgili karanlığım, hiç mi korkmuyorsun prensesten…
Yine soru. Varlığından emin olduğum, yok olacaklarına dair ise hiç umudunun kalmadığı şeyler. Esir verilmiş hissediyorum. Lakin kim beni kime verdi bilemiyorum. Dünya bile esaret değil mi? Galaksi de esaret. Madde olduğum sürece her zerre esaret. Sadece istediğim hapishaneyi seçme şansım var. Bundan ibaret hayatım. Bunu da özgürlük olarak sanrılıyorum. Islak adımları takip etmem gerek. Mezarımın önünden üst kata kadar. Topuklarım acıyor. Yol uzun ve gördüğüm her bebek beni büyülüyor. Öğrenmek için sormaktan başka yol bulamadığımda biliyorum ki sorsam da öğrenemeyeceğim. Çünkü öyle olması gerek. Yoksa çok basit olurdu. Sorularla cümleleri birbirinden ayırt edemezdi kimse. Hatta belki ikisinden biri yok olurdu. Nasıl? Bilmiyorum. Islak ayak izlerini takip ediyorum, kendiminkilere sahip olmadığım için. Odamın kapısının önünden başlıyor ve üst kata kadar hiç kesilmeden ilerliyor. O sırada tek bir cümle fısıldanıyor. Ya da belki soru… Ama aynı anda ikisi birden olabileceğini sanmıyorum.
Sevgili karanlığım, hiç mi korkmuyorsun prensesten…
Sevgili karanlığım, hiç mi korkmuyorsun prensesten…
Saçlarım toprak kokuyor. Toprak gibi de görünmeye başladı. Beynimin çitleri kahverengi. Gülleri kahverengi. Elleri kahverengi. Gözleri kahverengi. Yeni bir çiçeğin açmasını istiyorsam soldurmak zorundayım eskisini. Çünkü dünya o kadar büyük değil. O kadar yer yok. Tasarruflu kullanmalıyım ilkbaharı bile. Islak ayak izlerini takip ediyorum ve bana sorular sorduklarında cümleleri, cümleler kurduklarında soruları arkamda bırakıyorum.
Sevgili karanlığım, hiç mi korkmuyorsun prensesten…
Her örümcek yaşlanır bir gün, yuvası erir dolunayın beyaz alevinde. Cennette bile esaret bulurum, özgürlüğe inanmayı bırakıp trafik ışıklarına güvenmezsem eğer. İkindiler tam da bu yüzden darılacak bana. Islak ayak izleri soğuk mu sıcak mı anlayamıyorum. Yandırsa da dondursa da razıyım. Şehriçiçek’in kokusu. Görüyorum. Bebekler. Yetersiz bakiye. Yine o ses.
Sevgili karanlığım, hiç mi korkmuyorsun prensesten…
Bedire Akaray