GÜZAYDIN DEMİNDEKİ ASİ DÜŞÜMCELER
Ah dilim. Vah dilim. Demlen diye hangi ateşlere batırayım seni. Soğuman için kaçıncı cehennemden kaçırayım? Kimmiş o? Kimmiş ben doğmadan benim yerime konuşup beni süren bu zalim saatlerin dizinin dibine. Her bir rakam kurumuş bir başak gibi. Bir öncekine hakaret, bir sonrakine kısır. Ben değiştim diyerek karşıma geldiğinde değişen tek şey harfleri sıralayış biçimindi. O kısa kelimelerin arkasında duruyordu hala uzun köklerin. Sökememiştin. Kurutamamıştın. Ama hata bendeydi. Minnacık bir damla suydum. Kendimi yağmur sanarken aslında hala karnındaydım görülememiş rüyaların. Kibrim yüzünden aşık oldum sana. Ve dikenlerin battığında hemen kör oldu gözlerim. Boşver gitsin. Bırak konuşup durayım boş boş. Bırak yazmaktan kırılsın ellerim. Zaten bilmiyorum ne olduğunu, bari yokluğuna iman etmeyeyim. Akan nehirler, doğan güneşler, kelebeği çalınmış kozaların hatrına biraz daha yaşayayım. Belki bir boş kontenjan açılır Güzaydın bağlarında. Bilir misin orayı? Orada kör de olsan görebilirsin. İstediğin kadar gezebilirsin beyaz tepelerde. Özlememek şartıyla laciverti. Güzaydın bağlarında kırık şeyleri severler. Tamir etmek için değil. Öylece sarılmak için sadece. Tamir de göreceli bir kavram sonuçta. Kim uğraşır çürümüş kemikleri bantlamakla. Ilık bir su döker geliriz kemikleri yiyip bitiren böceklerin susuzluğu dinsin diye. Ben inanırdım ki bir tohumdur insan. Dedin ki, öyleyse neden canım yanıyor yağmurun altında. Hangi bahar çatlatacaktı kabuklarımı, gelmedi bir türlü. Biliyorsun değil mi, verecek cevabım olsa kaçmazdım. Sadece kaçtım. Aramayı bile düşünmedim. Ya gücüm yoktu ya da sen yoktun. Gerçi ikisi de aynı kapıya çıkıyor. Bulamadığım kelimeler kadar çok olmasa da gözyaşlarım, çok ağladım arkandan. İstedim kara dönüşüp kalbimin üstüne yağmanı. Ama soğuyamadı içim o kadar. Anladım, anladım ekmek almaya giderken her sabah kapımın önünden geçen yaşlı kadının n harfini neden bir türlü söylemeyip, her n harfinin yerine z koyduğunu. Bildiği tek bir kelime vardı zaten. Öyle inanmıştım kafamda. Ta ki kafam dediğim şeyden ürküp de sendelemeye başladığımda arkama dönüp bakamayana dek. Karışan cümlelerim farksız bir kamyon dolusu erimiş dondurmadan. Tek derdi kenara çekmek ama sabretmiyorlar ki. Ben ayrı yerden onlar ayrı yerden çekiştiriyor ruhumu. Parçalandı işte. Parçalandı, bırakın. O kadar mı açsınız. Yamyam diyemiyorum. Çünkü hiç olmadım sizden biri. Kayıp işte. Kaybolduğu için değil, nerede olduğunu hiçbir zaman merak etmediğiniz için. Evet bir hayalete aitti sevdiğin o gözler. Hadi benim gençliğim aynaya şantaj yaparken çürüdü, ya sen neredeydin? Sana gözyaşı dolu şeyler okumak istemiyorum dedim. Sihirbazlığın orada tuttu nedense. Tuttum elini. Çektikçe daha çok geliyordu sürekli. Her yanımız tavşan doldu, şapkalardan saklamaya çalıştığın. Havuç kadar olmayan yüreğimle bilmiyorum neden istedim tüm bu yavruları. Açık cevap aslında. Yok işte yüreğim. Onun olması gereken yerde uçsuz bucaksız bir liman var. Mütemadiyen sisli. Beğenmiyorum, beğenmiyorum işte yaptıklarımı. Ne çare ki tüm yapabildiğim bu. Engel olamadın ölmeme, peki. İstedim ki en azından aç ölmeyeyim. O yüzden sevdim tüm bu saçmalıkları. Zehir de karın doyururdu nasıl olsa. Diken de. Gel şimdi. Gel ve getir altın uçurumları. Hangisinden istersem atlayayım. Tabutunu zümrütten yaptır. Cehennem yakmıyormuş güya parayı. Buna da inan. İnan buna da. Çıkarlarına hizmet ediyor çünkü. Yapamam deme. Taptığın her putla bir bir hesaplaşacaksın günün birinde. Bana desen bile deli bir hayalperest, gücüm yetmiyor kurtulduğunu hayal etmeye. Senin okumadığın kitap kadar benim bildiğim cümle var. Yakma artık. Ruhumun kütüphanelerini yakma. Verme saraylarımı yabancılara. Kötü biri değilim, kötü haldeyim sadece. Sanrılarıma, halüsinasyonlarıma kıyma, dokunma. Bırak yaşasınlar. Ormanların olsun diye çıktığım o yolda buldum tüm bu kibritleri. Üşümüşken ben ısıttım onları. Aralarına ben girdim. Birbirlerinin kanına girmesin diye kibritler ve ağaçlar. Bunun bedeli kibritlerin safında olmamdı. Tıpkı pervane gibi. Onun da aşkı ve günahı ateşle oynamaktı. Ben olamadım pervane. Yemin ederim oynamadım ateşle. Ateş benimle oynadı. Korktum ellerini bırakmaya. Ben zaten yanmıyordum ve o da sönsün istemedim. Bırakmadım ellerini işte. Güneş nasıl korkmuyorsa yanık izlerinden ve soğuk küllerden, bende cesur bir adam oldum, kaçmadım topraktan. Yağmur, tanelerimi eritirken aheste aheste inadına bahara aidim diye bağırdım. Sevimli bir sincap başımda beklemeyi kabul etti ve her sabah Güzaydın dedi bana. Ceviz kadar kalmış aklımı karıştırmamak için küçük fındıklar üstüne masallar anlattı. Hiçbirinin içinde yoktu tek bir kibrit bile. Böylesi isimsiz yangınlar asırlar boyu ciğerlerimi dağladı. Değil aslında anlattığım gibi. Gizli tablolarımı boyayarak bekliyorum. Duyulmamış şarkılarımı söyleyerek. Uyanmamış uykularımı uyuyarak. Doğmamış rüyaları gözbebeklerimde okşayarak. Karnımdaki ağrının doğum sancısı olduğuna inanmak için beynime işkence ediyorum. Yok çünkü ölümün ilacı. İnce bir hastalık sıkıyor gibi damarlarımı. Zorla verilmeye çalışılan bir serum gibi. Her yerimde vampir kelebekler ve yaralar var. Güneş batana dek tuz kavanozundan ayrılmıyor gözlerim. Uzanamayan ellerimin anası siz misiniz ki böyle ağlıyorsunuz gözlerim. Daha kaç odayı karanlık görmek istiyorsunuz. Yerim zaten dar. Boğulamaz kimse kendi göz yaşında. Önemi olmuyor zaten ölmeden önce bir kez bile güneşe bakamadığında. Sürekli kamaştınız da ne oldu gözlerim. Keşke hakikati görseydiniz. Göremediniz ama. Geri kalan her şey fosforlu hayallerle dolu bir uyku zaten. Büyüttüğüm kandan çiçeklere konuyor mavi arılar. Tadı tatlı hikayesi acı ey kırmızı bal. Dilerim inmezsin hiçbir boğazdan. Elbet bir gün sende çürürsün toprağın altında. Yoktur orada mevsimler. Yoktur güller ve öğretmenine götürdüğün karanfiller. Ağır bir karanlık sadece. Kendi cesedini kendin sindirirsin yalnızlıktan. Hiçbir reenkarnasyonda kanalizasyondan öte mesken yok sana. Peşine düşecek gücüm yok. Yaklaşma artık dilime. Ne olur. Ne söylediğimi bilmesem bile bırak isteyenler dinlesin. Diri değilim eskisi kadar. Çok toprak kokuyorum. Öğrenilmiş bir umutsuzlukla yağmuru beklerken yeni doğmuş kelebekleri kokluyorum. Vakitsiz giyilmiş tüm ipeklerin intikamını almak için. Sesi yalnızca karanlık koridorlarda yankılanan kemanım, her bir telin bir balta gibi nasıl da iz bırakıyor boynumda. Bir ejderha uyandırmaya çalışıyor sanki beni her uyan deyişinde nefesi daha çok yakıyor. Gözlerini arafta açtığında utanmazsın umarım oyun diyerek başlattığın tüm savaşlardan ey dünya. Senin de yanacak bir çıran bulunur elbet. O vakit ne yağmur söndürür ne tövbe seni. Zira ateşin rahminde ne bulut vardır ne de şarap kuyusu. Suyunu çekmiş bir fırtınadan farksız beyninle boş boş baktığın her çiçeğin intikamını alacak gökkuşağı. Pencerenden içeri girmeyen güneş sanma doktordan medet aldırır. Doktoru da eğiten öğretmen değil mi sonuçta. Kirli okul bahçesini aşan küçük ayaklara ağlar mı şu kâinat. Ne olur. Bari onlardan alma güneşi. Dedirtme onlara “Güzaydın öğretmenim”. Öğretmenim Güzaydın!