Deve dikenleriyle bezeli tarlanın dik yamacından tırmanan çocuk etrafında gördüğü renk cümbüşüyle büyülenmiş gibiydi.
Kırla kent, gece ve gündüz gibi ayrılıyordu birbirinden.
Koca koca beton blokların altında, yanında yönünde yaşamaya çalışan insanlarla birlikte o da payına düşeni alıyordu. Zaten bu yüzden vurmamış mıydı kendini dağlara ovalara…
Ruhunu çepe çevre saran toz, duman, araba, insan…
Kararını bir gecede vermiş, sabahına da yola düşmüştü. Bu şehrin keşmekeşinde lazım gereken lüzumlu lüzumsuz şeylere ihtiyacı yoktu onun. Bir sırt çantası, su matarası, uyku tulumu, konserve yeter de artardı. Yeter ki buradan uzaklaşsındı. Öyle ya, ne kadar çabuk o kadar iyiydi.
Peşi sıra atan telaşlı adımlarının arasına demir pıtrakları tebelleş oluyor, kâh duruyor, kâh yürüyordu. Zorlu dağ yolu onu bu maceradan alıkoyamazdı.
Tüm gücünü ayaklarına verip tırmandı tırmandı. Zirveye çok az kalmıştı. Üzeri yağmurlarla yol yol olmuş bir kayanın üzerine oturdu. Matarasından bir yudum su çekti. Mafsallarını yumuşatıp, yola koyuldu.
İşte az ilerisi zirveydi. Varmasına ramak kalmıştı. Bu düşünceler adımlarını daha sıklaştırıyor, şevke geliyordu. Kimse onu bu zevkten mahrum edemezdi. Bir telaş kapladı tüm vücudunu. Sonunda hayali gerçekleşecekti. Yüreğinde başlayan yangın ayaklarında son buldu.
Çarpık çurpuk duran kayaların arasından geçerken, bir anda ayağı oyuğa girdi. Oyuk dardı fakat ayağı oyuğa cuk oturmuştu.
Önce önemsemedi. Bir şekilde baş ederdi bununla.
Bir gayret bileğini sağa sola oynatmak istedi. Nafile. Sanırsınız ayak, oyuğa zamkla yapıştırılmış. Dizini var gücüyle çekti. Sonunda spor ayakkabısı ayağından çıktı. Çıkmıştı çıkmasına ama ayak, milim oynamıyordu. Sanki bilinmez bir güç onu çekebildiği kadar derine çekiyordu.
Bir an paniğe kapıldı. Kuş uçmaz kervan geçmez Allah’ın dağında çaresizce kalakalmıştı. Ya çıkaramazsa. Ya, ya ölürse…
Kafasında deli sorularla öylece kala kaldı. Ara ara kendini olumlu düşünmeye zorluyor, yetmiyor, illaki biri beni bulur diyor. Sonra tekrar karanlık dehlizlere gömülüyordu.
Zaman aleyhine işlemekteyken ayağı karıncalanıyor. ‘’Hah bir bu eksikti ‘’diyor oğlan.
‘’Kan dolaşımım zayıfladı. Bu şekilde kalırsam kangren olacağım. Allah’ım bana yardım et.’’
Yakarışları kayalara çarpıp tekrar dönüyor, kulaklarından uğultu halinde çıkıyordu.
Aradan epey bir saat geçmişti. Ayağını artık hiç hissetmiyordu. Yaşamaktan umudunu kesmiş halde son bir çığlık attı.
‘’İmdat! Burada öleceğim. Sesimi duyan yok mu?
Bu cümleyi mütemadiyen tekrar ediyor, debeleniyor, ağlıyor, inliyordu.
Gözünü açtığında karşısında saçı sakalı birbirine girmiş bir çoban duruyordu.
Oğlan hafifçe kıpırdayıp başını çobana yaklaştırıp, ç anlamsız kelimeler çıkıyordu. Çoban onu tamam anlamında susturdu ve kaldığı yerden devam etti.
Ayak çoktan çıkmış, kan dolaşımı normale dönmüştü.
Onu yavaşça koltuk altlarından tutup sırtına attı. Zavallının canı epey yanmış olacak ki bir aralık kendinden geçti.
Çoban onu o halde çadırına götürdü. Vakit kaybetmeksizin traktörüyle kasabaya indirdi. Bizim zavallı hastane, tedavi derken aylar sonra ayaklanabildi.
Kendi kendine:
‘’insan zamanla etrafına ördüğü tel örgüleri kırıp çıkamıyor işte. Tutsaksın oğlum tutsak. ‘’Diyerek dar koridorları topallayarak arşınladı.