Zamanın Şarkısı
Apartmanın eski basamaklarını en az onlar kadar eski postallar tırmandı önce, sonra onların sahibi Haslet göründü. Dairesinin önüne gelince kapıyı anahtarlarıyla çarçabuk açtı. “Vakit yok,” dedi fısıldar gibi. Toz toprak içindeki postallarını çıkarmadı bile. Holü rüzgâr gibi geçti ve odasına girer girmez sırtından kabanını, başından kasketini sıyırmadan, tamirini dün gece bitirebildiği çantalı pikabının başına geçti. Çok heyecanlıydı. Bir süre sonra masasının dağınıklığından rahatsız olmalı ki, pikabı kucakladı ve yere oturdu. Kahverengi deri kaplama kapağını açtı, içinde plak yoktu. Aceleyle etrafına bakındı Haslet, fakat odası artık raflara sığmadığı için yerde üst üste bindirilmiş gazete ve kitap yığınları yüzünden, ilk denemesinde kullanacağı plağa ait bbir yerden çok sahaf dükkânından halliceydi. Fakat o an, akşam güneşinin odaya süzülüşü gibi bir fikir sızdı zihninin penceresinden içeriye. Oturduğu yerden hışımla kalktı ve duvarındaki saati kapıp, tek hamlede asılı olduğu yerden çıkarıverdi.Vakit yoktu. Hiç vakit yoktu.
Elindeki duvar saatini yatırdı ve adeta bir plakmış gibi pikabın içine yerleştirdi. Zaten daire şekli sebebiyle, bulunduğu habitata hemen adapte olan bir canlı gibi tam oturmuştu saat yuvasına. Haslet, pikabın iğnesini kaldırıp tam 10’un sıfırı üzerine oturtturdu. Ve yavaş yavaş dönmeye başlayan saat, o ana kadar kimsenin dinlemediği Zamanın Şarkısı’nı çalmaya başladı. Sesin yayılmadığı uzayda meydana gelen Büyük Patlama’nın kulaklara gelmeyen gümbürtüsü işitilemedi haliyle, fakat daha sonra müzik, milyarlarca yıl süren tüm o oluşumların kaotik ritmi ile duyulmaya başladı. Yıldızlar kayarken heyecan dolu çığlıklar atarlar mıydı? İşte, Haslet’in dinlediği şarkıdaki tenorler, Dünya oluşadursun onun çevresinden kayıp giden bu yıldızlardı. Asteroitler çarpışırken, Dünya Ay’ı doğururken, atmosferle yeryüzü oluşurken ve ilk gelgitlerde ilk fırtınalar koparken çıkan tüm o seslerin enstrümantal halini dinleyebiliyor ve bu doğal hareketlilik karşısında adeta mest oluyordu Haslet. Ama vakit de yoktu ki!
İstemeye istemeye plağı yani saati biraz ileriye sardı. İğnenin altında dönen rakamlar, hızdan birbirinin içine geçerken, o ana değin işitilmiş ve işitilmemiş tüm sesler de rakamlar gibi birbirinin içine geçiyor ve anlaşılmaz bir hâl alıyordu. Ne zaman ki,yeryüzüne insanlar geldi, Haslet o zaman saati ileri sarmayı bıraktı, iğneyi indirdi ve şarkı kaldığı yerden devam etti. Milyonlarca kişinin doğuşunu, milyonlarca kişinin ölüşünü ve bu milyonların milyarlara dönüşmesini dinledi. Şarkıya karışan hıçkırıklardan ve ağıtlardan doğumda da ölümde de insanevladının hep ağladığını fark etti Haslet. Ve şu da dikkatini çekti ki, hiçbir gözyaşı Kabil’in doğumunda ve Habil’in de ölümünde olduğu gibi akıtılmamıştı.
Şimdi penceresini ıslatan yağmur damlaları; kadim zamanlarda bu kardeşler için dökülmüş, hasretten süzüldükleri yanaklara yapışan o gözyaşları gibi arkalarında bir yığın hatıranın izini bırakırken, ağır ağır akıyorlardı. Gökyüzü de insanlar gibi ağlayabiliyordu işte. Gittikçe artan gürültünün kirliliğinden, o minicik tohumunun filizlenişinde toprağı yarışının sesini artık işitemediği için en derinden hüsran hissediyor ve ağlıyordu. Oysa mutluluk en çok bu ikisine, insanlara ve gökyüzüne bahşedilmiyor muydu? Cevabı yazmak istedi Haslet, ancak biliyordu ki cevap için ne vakti yetecekti ne de penceresinin buğusu…
Boş verdi o da. Bağdaş kurduğu için uyuşmuş bacaklarını uzatıp ellerine dayandı. Zaten hiç aklından çıkmayan, yokluğunu huzur gibi hemencecik hissettiren vakti yüzünden, “gelecek” alacaklı bir haciz memuru gibi her an kapısına dayanabilir korkusundan, kaçarcasına yaşadığı hayatı gibi iğnenin altındaki rakamları da birbirine kovalatıp Zamanın Şarkısı’nı biraz daha ileri sardı. İlk vedaların, ilk aşkların, ilk savaşların, yeryüzünün farklı milyon tane noktasında okunan ilk duaların, ilk şarkıların, ilk türkülerin ve marşların; bazı bazı hüzünlü bazen de huzurlu sesleri peş peşe yükseliyordu. Misal, Troya’da çekilen gümüş kılıcın keskin sesi o sırada Mısır’da kralının lahit için altın döven ustanın sesiyle birleşiyor yahut kutuplarda yarılan buzulların çatırtısı, çöllerde kopan kum fırtınalarının uğultusuna eşlik ediyordu. Dünya’nın bir ucunda ulu bir çınarı kesen balta, bir diğer uçtaki incecik bir fidanın üzerine konmuş kuşun sesini de kesmekteydi. Çağıldayan derelerin iniltisi, yavaş yavaş suyu çekilmiş göl yataklarında uyuklayan ruhların sesine evriliyordu. İçinde gezinen kertenkelelerin tıslayışı, kavgalara dönüşüyor, gök yarılır gibi gürlüyor ve doğa yorulduğunu belli etmek için çıkarabileceği her türlü sesi çıkartıyordu. Bir gürültüden farksızdı belki bu kargaşa ama Haslet dinlemekten hiç vazgeçmiyordu.
Derken pikabın çantasını bile titretecek denli yüksek bir ses patladı bu çılgın senfoninin içinden. Dönen saat bir an tekledi, yeniden çalışmakta zorlanır gibi oldu. Yeniden çalmaya başladığında Haslet düşündü. “Hiroşima’ya ilk atom bombası düştü.” Haslet, peşi sıra gelecek olan kaosu tahmin edebiliyordu. Sahi, gelecekte bize layık görülen şey, yalnızca kaos muydu? Zira Haslet o güzel şarkıdan geriye artık pek de sakin, huzurlu ve mutlu melodiler işitemiyordu. Gökyüzünün ağlamaktan kuruyan gözyaşları vardı artık, belki de bu sebeptendir her yerdeki o korkutucu kuraklık…
Derin bir iç çekti Haslet. Ama artık “Vakit yok,” demenin değil, tuttuğu nefesi bırakmanın vaktiydi bu. Zamanı sevmek, zamanla dans etmek, zamanda akıp gitmek yerine; kendisinin bile “hiç vakit yok” diyerek birçok kez şarkıyı ileri sarışı gibi zamanın içinde koştururcasına, ittire kaktıra, düşe kalka, uçarcasına ve sonunda çakıldıkları yerde sürüne sürüne ilerleyişi ne denli acizdi! Zamanın Şarkısı’nı dinlemeyenler. “Su gibi akıp gidiyor,” diyenlerin de, bunu yanlış anladıklarını biliyordu Haslet. Öyle ki zaman, akıp giden o su değil, suyun akarken dört bir yanını yalayarak geçtiği o sert, iri taş idi. Su olan bizdik, zamanın etrafından kıvrıla kıvrıla, çağıldaya çağıldaya akıp giden ve dingin bir baraja mı yoksa bir şelalenin rakımlı noktasına mı varacağımızı bile bilmeden, acelemiz varmışçasına akıp gidiyorduk. Ve zaman, ya ardımızda bıraktığımız o taş, o kaya ya da Haslet’in dinlediği gibi bir şarkı olmalıydı kulaklarımızda. Çok nadirdir, ancak bazen ikisi birden de olabilir. İşte bu yüzden taş plakların nasıl yapıldığını ancak bir an durup, zamanı dinleyenler bilebilir…
Rakamları duvarda değil pikapta görmenin, raksını seyretmenin, şarkı neymiş öğrenmenin ve nihayet her zaman, bir şeyler için muhakkak zamanın olabileceğini yoksa bile yaratabilmenin ve yaşamanın güzelliğini işittiğimizde; ardımızdaki taşları da peşimiz sıra sürükleyebildik, zamanla birlikte akabildik demektir. Ve pikaptaki iğne, saat 10’un sıfır noktasını kaç kere geçmiş, yine aynı yerinde ancak bu sefer 10’un tam üzerine gdlmişti. Akrep ile aynı anda. Artık günümüzde idik. Pikaptan yükselmekte olan şarkı, camın ardındaki dünyayla aynı ritimde çalarken Haslet bunları düşünüyordu. Oturduğu yerden kalktı. Penceresini açtı, altındaki karanlık şehrin hareketliğini ve ışıltısını göz ardı ederek kolunu camdan dışarı uzattı ve gökyüzüne bakıp dnlediği en güzel müzik, Zamanın Şarkısı’nın yetenekli tenorleri olan o parıltılı yıldızları hayranlıkla selamladı.
.