Varlık ve Yokluk Arasında
Funda Yüksel
O bahar gününde çok heyecanlıydım. Dile kolay. Koskoca Anadolu Liselerine Giriş Sınavı’na gelmiştim. Bu benim bir genç kız olarak ilk defa şehre yalnız gelişim. Onun için bu heyecanımın içinde hem korku hem sevinç var. Şimdi neredeyse orta kuşak sayılırım. Dolayısıyla elimde ne bir cep telefonu ne de başka bir iletişim aracı var. Şimdikiler olsa açarlar navigasyonu şıp diye bulurlar sınava girecekleri liseyi. Hatta ailece gelirler çocukları sınava girecek olan anne-babalar. Hasılı yalnızım, hasılı korkuyorum. Sabaha karşı indiğim otobüsten bu saate kadar sınav adresimi aradım. Neyse ki sonunda bulmuştum. Bütün bu kafa karmaşamın içinde yine de içimde kımıldanan bir coşku vardı. Kim bilir belki bir gün bu korktuğum, ürktüğüm bana yabancı olan caddelerden birinde ben de yaşıyor olacaktım. Bir an Elif geldi aklıma. Nereden nereye. Babasının tayini çıkınca kasabadan taşınan Elif şimdi niye aklıma düşmüştü ki? Gerçi hiç unutmamıştım ama şimdi aklıma gelmesi garip geldi bana.
Çünkü aradan koskoca bir üç buçuk yıl geçmişti. Neyse ki ürkekliğim, yabancılığım Elif’i aklımdan
hemencecik silmişti. Sınavın olacağı okulun bahçesinde bekliyordum. En güzel elbisemi giydirmişti annem. Ne de olsa şehre gidiyordum, şehirliler gibi şık olmalıydım. Ancak o okulun bahçesinde sınav saatini beklerken, örgülü saçım, mor güllü basma elbisem, siyah ayakkabım, elimde kalemim, silgim, kimliğim bana ait olan her şey, içim, dışım yabancıydı o şehre ve o bahçeye. Bunu diğer yaşıtlarımı incelediğim zaman anladım. Kedi gibi sinmiştim bir köşede. Sinecektim tabi ki. Şehirli akranlarımındı o bahçe, o okul, o altında sohbet ettikleri ağaçlar. Hepsi nasıl da samimi ve rahatlardı. Giyimleri, saçları, el kol hareketleri. Hepsi ve onlara ait her şey; buranın sahibi biziz, der gibiydi. Sınav yönetmeliğinde kalem kutusu, çanta getirmek yasaktı. Ama onların elinde renk renk, ışıl ışıl tokaları, takıları, saatleri, kolyeleri, küpeleri, kol ve sırt çantaları vardı. Ayakkabıları bile benimkilere benzemiyordu. Diyeceğim o ki onlara bakınca gördüğüm tek şey ulaşamayacağım bir ışıltıydı. Bense kıraç bir topraktan farksızdım.
Dilleri bile farklıydı sanki. Anlamadığım bir dilde konuşup, anlamadığım şeylere gülüyorlardı. Kızlı
erkekli gruplar halinde az sonra sınava değil de sanki sinemaya gireceklerdi. Özgüven kelimesini
bilmediğim yıllardı. Elbisemden, saçlarımdan, dik duramayışımdan, elimi kolumu nereye koyacağımı bilemeyişimden, yabancılığımdan utandım. Daha da sindim, küçüldüm. Sanki yoktum. Ya da ne bileyim görünmez bir hayalettim. Varlığımın hiç kimse farkında değildi.
Dakikalar, saniyeler sakız gibi uzuyordu sanki. Tam ağacın altında basamaklarda oturanlardan kafamı çevirecekken orda, bir grup yaşıtlarımın arasında merdivende oturan birisine gözüm ilişti. Önce şaşırdım. Yok artık dedim. Bugün ikinci kez Elif aklıma geliyordu. Yanılıyor olmalıydım. Daha da dikkatlice baktığım anda o basamakta o anda güneş parladı, gökkuşağı açtı, çiçekler, güller bitiverdi yerden. Elifti o gerçekten. Benim canım dostum Elif. Buz mavisi kot elbise vardı üzerinde. Nasıl da rahattı. Kasabadan ayrıldığından beri gelişmiş, serpilmiş, modern kıyafetlerle tam bir genç kız olmuştu. Hele saçları…ahenkle dans ediyordu adeta… şampuan reklamlarındaki kızlara benziyordu.
Uzun uzun seyrettim. O ise benim farkımda değildi. Yanındaki arkadaşlarıyla sohbete dalmış, gülüp
eğleniyordu. Onu seyrettikçe iyice heyecanlandım. Biraz sonra yanına gidecektim. Elif’le sarmaş dolaş olacaktık. O da beni arkadaşlarıyla tanıştıracaktı ve ben daha şimdiden o ulaşılması zor gibi gördüğüm grubun içine Elif’le birlikte katılacaktım. Böylece ben de bu sokakların sahibi olacaktım.
Ah Elif ah ne günlerdi o günler.
O yıllarda ilçemizde en ufak bir yağmurda çamur içinde kalırdı sokaklar. Ayakkabılarımız berbat olurdu. Gerçi Elif’in türlü türlü ayakkabıları olurdu. Renk renk, çeşit çeşit. Bir çifti çamur olsa ertesi gün başka bir çiftini takardı ayağına. Elbiseleri de öyle renk renk, çeşit çeşitti. Annemin kışın pazen, yazın basmadan diktiği elbiselerime hiç benzemezdi. Onun elbiselerinde de çiçekler olurdu, benimkilerde de ama sanki onun gülleri canlıymış gibi dururdu. Tutsam koparabilecekmişim gibi. Benim basma elbisemin gülleri solardı onun güllerinin yanında. Olsun hiç kıskanmazdım ki ben Elif’i. O da benim kumaşlarıma bayılırdı. Kumaş dediysem, annemin dikişten arta kalan kumaş parçaları. Onları aramızda paylaşır, bebeklerimize elbiseler dikerdik, kendimizce defilecilik oynardık. Çok güzel günlerimiz oldu birlikte. Ne zaman ki kasabadan ayrıldılar o zaman yokluğu çok koydu bana.
O günden sonra Elif’siz günler, aylar zor geçti, tatsız, tuzsuz geçti. Bebeğimle bile oynamadım. Annemden dikişten artan kumaşları da istemedim. Hatta annem yine de parça kumaşları belki bir gün oynarım diye sakladı ama ben bir iki kere denediysem de Elif’le oynadığımız anların tadını alamadım… Ve işte şimdi karşımdaydı. Ve işte şimdi biraz uzağımda o renkli kızların arasında Elif arkadaşım da rengarenk boy gösteriyordu.
Bunları hatırladıkça içim kıpır kıpır oldu birden ama ben yine de utana sıkıla yavaş yavaş yaklaştım
onlara doğru. Elif, basamakta, gökkuşağıydı sanki de, güllerin, çiçeklerin arasına karışmıştı. “Eliiif” diye seslendim, i’yi uzatarak. Yüzümde, ne zamandır yabancısı olduğum büyük bir gülümseme, gözlerimde ne zamandır hissetmediğim ışıltıyla. Elif gözlerini kırpıştırdı önce. Yok yok. Önce gözlerini kıstı sanki uzaklara bakar gibi. Sonra üç-dört defa kırpıştırdı. Hani güneşten ya da parlak ışıktan rahatsız oluruz da kırpıştırırız ya gözlerimizi. Aynen öyle. Sanki beni tanımamış gibiydi. Ben yine de Elif’in duyarsızlığını duymazdan anlamazdan geldim. Belki de kendime kabul ettiremedim. Heyecanımı, sevincimi sesime yükledim:
“Elif, ben İlknur, beni tanımadın mı? Mesudiye’den arkadaşın”
Öylece Elif’ten bir yanıt gelmesini bekledim. Elif biraz düşündü. Biraz bekledi. Gözleri üzerimde öylece
takılı kalmıştı. Ancak oturduğu yerden bile kalkmamıştı. Sanki karşımda çok güzel bir kız heykeli duruyordu. Arkadaşlarının da gözü üzerimdeydi. Ama Elif’in tepkisizliği devam edince güneşin önüne bir kara bulut gelir gibi oldu. Gökkuşağı soldu, çiçekler söndü. Ama yine de bir umut kırıntısıyla iyi şeyler düşünmeye çalışıyordum. Öyle ya aradan yıllar daha doğrusu üç buçuk koca yıl geçmişti. O değişmişti örneğin. Belki ben de değişmişimdir, tanıyamamıştır belki beni, diye düşündüm ve inatla eski günlerimizden bahsettim. Defilecilik dedim. Kumaşlar dedim. Çamurlu yollar dedim. Oyuncak bebekler dedim. Hatta kumaşları uzun uzun anlattım. Pazen dedim, basma dedim, güllü dedim.
Biliyordum ki Elif sonunda beni hatırlayacaktı ve kara bulutlar üflemişim gibi birdenbire dağılacak,
gökkuşağı parlayacaktı, çiçekler, güller açacaktı. Tıpkı bir zamanlar Elif’le benim elbiselerimizdeki
çiçekler gibi…
Elif hala uzun uzun beni seyrediyordu. Ancak sonunda içimdeki güllerin solmasına neden olan sözü o güzel dudaklarından kibarca patlatıverdi.
“Pardon tanıyamadım”.
Yüzünü arkadaşlarına çevirdi Elif. Kaldığı yerden sohbetine devam etti. Sanki biraz önce karşısında
birisi kendisini anlatmaya çalışmamıştı. Sanki hiçbir şey olmamıştı. Sanki bir rüzgar esmişti, Elif
dikkatini oraya vermişti, kısacık bir anın ardından kaldığı söze arasına bir “ve” koyarak devam etmişti.
İnsan hiç ufalır mı ben ufalmıştım, insan hiç cüceye döner mi ben dönmüştüm, insan hiç bir heykel
gibi kaskatı kesilir mi, ben kesilmiştim. Evrenin en yalnız, en çaresiz insanıydım. Ve insanlar benim hiç farkımda değildi. Bir yerlerde okumuştum. Bir insandan alınabilecek en güzel intikam onu yok
saymaktır diyordu bir bilen. Evet, Elif de arkadaşları da beni yok saymışlardı. Aradaki tek fark onlarınki intikam değildi. Onlar için düpedüz yoktum işte.
O utançla etrafıma baktım. Sanki bu düştüğüm durumu sınava girmek üzere olan bütün öğrenciler
görmüştü. Sanki ağacın altındaki Elif’in olduğu grup hariç herkes benim varlığımın farkındaydı. Ancak acınası, gülünesi, zavallı bir kız olarak herkes beni görmüştü sanki.
Arkamdan jöleli saçlı çocuk dikkatimi çekti o anda. Ne kadar yakışıklıydı. O da tıpkı Elif ve arkadaşları gibi şehirli şehirli görünüyordu. Şehirli bakıyor, şehirli konuşuyor, şehirli gülüyordu. Hatta bir an bana bakıp güldü gibi geldi. Belli ki güllü elbiseli, örgülü saçlı bu kasabalı kız onun da çok komiğine gitmişti.
Ben varoluşum ve yok oluşumla baş başayken öğrenciler yavaş yavaş sınav salonlarına alındılar. Ben de toparlandım. Toparlanmak zorundaydım. Çiçekleri, gülleri, gökkuşağını, güneşi, paket yapıp okulun bahçesine, Elif’in altında oturduğu ağacın tam altına gömdüm. Utana sıkıla elimde silgim, kalemim, kimliğim polis ablaların kontrolünden geçip, sınava girdim.
O gün sınavdan çıktığımda bahçede üç beş çocuk, üç beş veli vardı. Güneş inatla bana varlığını
hatırlatmak istiyordu. Ancak benim içimde çoktan gece olmuştu. O gün o güneşin altında gece
karanlığı yaşarken bir gün şehrin en iyi doğum uzmanlarından biri olup çocuklarımı o okulda
okutacağım asla aklıma gelmezdi.