Şirin saatler altıyı gösterirken elektronik zebanisinin çığlığıyla yatağından fırladı. Horozların bile henüz uyanmadığı bu soğuk kış sabahında söylene söylene yerinden doğruldu. Alarmı kapattı. Etraf zifiri karanlıktı. “Yapılacak çok işim var.” diye mırıldandı. Oysa Covid-19 teşhisi konulmasının üzerinden beş gün geçmişti. Başındaki saç telinden, ayak parmağı ucuna kadar tüm vücudu sızlıyordu. Ateşi de vardı. Halsizdi. Tüm bunlar yetmezmiş gibi boğazındaki gıcık hiç geçmiyor, sürekli öksürüyordu. Ancak dinlenemezdi. Bulaşık dağları, kir yumakları ve evin yumurcakları bir köşeye sinmiş onu bekliyordu. Bütün gün sürecek olan karantina mesaisine başlamadan önce, geceden tüm yorganı üstüne çekip lahana sarması gibi kendisini kundaklamış olan kocası Ferhat’ı şöyle bir süzdü: “Neden dünyaya erkek olarak gelmedim ki?”
İşlere başlamadan önce esaslı bir gürültü yapıp kocasını tatlı uykusundan uyandırmayı düşündü. Sonra bu düşüncesinden hemen vazgeçti. Hem Ferhat uyansa ne değişecekti? Hatta kalkar kalkmaz ağrılarından şikâyet edecek, sızlanacak ve karantinada olduğu için homurdanacaktı. Sonra da kalkıp aheste aheste kahvaltısını yapacak, duşunu alacak ve sıcacık yatağına geri dönecekti. Yatakta da koca göbeğinin üstüne dizüstü bilgisayarını koyup akşama kadar internette okey oynayacaktı. Modern dünyanın muhteşem icadı sayesinde erkekler kahvehaneye gitmiyordu artık, kahvehaneler eve taşınmıştı. Zaten evde çaycısı her daim hazırdı: “Suyumu getir Şirin. Çayım nerede kaldı Şirin? İlacımı içir Şirin…” Karantinadaki bir kadın için evin yükünden yorucu olan tek şey evdeki hasta ve mızmız bir kocaydı.
“Uykusu da nasıl ağır domuzun! Alarm sesiyle yer gök inledi, bizimki bana mısın demedi.” diyerek iç geçirdi ve karantina mesaisine başlamak üzere ayağa kalktı.
Banyoya vardığında kirli sepetinden taşan çamaşırlar onu karşıladı. “Daha dün iki posta çamaşır yıkayıp ütüledim. Ne ara bu kadar doldu sepet?” diyerek söylendi. Kirli sepetindeki beyazları ayırarak çamaşır makinesine doldurdu. Makineyi çalıştırdı. İlk görev tamamlanmıştı. Banyodan ayrılmadan önce elleriyle yüzünü yıkayarak güzelce duruladı. Ellerini durularken aynada kendini dikkatle inceledi. Koyu kestane kıvırcık saçlarının altından fışkıran beyazlar, ona yaşlandığını haber veriyor gibiydi. Yuvarlak ve pürüzsüz yüzü hastalıktan sararmış, zeytin yeşili gözlerinin ise altı çökmüştü. Havluyla kurulanırken yüzü gibi ellerinin de solmakta olduğunu fark etti. Aşırı dezenfektan, kolonya ve deterjan kullanımına bağlı olarak pamuk elleri şimdi bir ırgatın eline dönmüştü. Ayrıca hastalığa bağlı olarak koku alma duyusu köreldiği için dünkü temizlik esnasında kullandığı çözeltiye aşırı çamaşır suyu döktüğünün farkına varamamış, bundan dolayı nefes borusu iyice tahriş olmuştu. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, şimdi beli de ağrımaya başlamıştı. “Dayanmalıyım.” diye düşündü, “Yatağa düşersem bütün evi b.k götürür.”
Saatine baktı, saat altı buçuğa yaklaşıyordu. “Çocuklar uyanmadan kahvaltıyı hazırlamalıyım.” diye mırıldandı. Mutfağa geçerken yatak odasında kükremekte olan mağara adamına göz ucuyla şöyle bir baktı. Beyefendi hazretleri halen istirahat halindeydi, ancak bu sefer kundağından çıkmış ve çapraz yatmak suretiyle tüm yatağı işgal etmişti. Derin bir iç geçirerek bir derviş sükûnetinde çilehanesine doğru devam etti.
Mutfağa vardığında dünden kalan bulaşık dağıyla karşılaştı. “Ne olurdu sanki en azından tabakların biraz kirini akıtıp da öyle evyeye koysalardı.” diye söylendi. Önce çayı ocağa koydu, ardından içine su ekleyerek ısıtıcıyı çalıştırdı. Isıtıcıdaki su kaynayana kadar bulaşıkları şeffaf leğene doldurdu. Sonra ısınan suyu leğene boca etti ve yapışmış kirleri çıkarmak için dakikalarca bulaşıkları ovalayıp durdu. Ovalaması bitince bulaşık makinesini açtı, makinenin içindeki temiz bulaşıkları tek tek dolaptaki yerlerine yerleştirdi. Boşalan makineye kirini akıttığı bulaşıkları birer birer dizdi. Makineyi kapattı ve çalıştırdı. Akşamdan kalma kirli tava ve tencereleri ise elde yıkayıp duruladı. Uyandığından bu yana yaklaşık bir saat geçmiş, enerjisi daha şimdiden tükenmişti. Ancak dinlenemezdi. Çocuklar bilgisayarda çevrimiçi derse başlamadan önce onlara kahvaltı yaptırması gerekiyordu. Buzdolabını açtı. Tüm kahvaltılıkları tek tek masaya yerleştirdi. Çayın altını kıstı. Şimdi çocukları uyandırma zamanıydı. Karantinadaki Şirin için ikinci raunt başlıyordu.
“Duruu, Enees! Haydi, kalkma vakti!”
“Anneciğim, beş dakikacık daha!”
“Gece yatmak bilmiyorsunuz, sabah kalkmak…”
“Lütfen anne! Birazcık daha…”
“Kalkın bakayım! Sekizde dersleriniz başlayacak.”
On dakika süren mücadelenin ardından, iki zombi ağır ağır yataklarından doğruldu. Duru henüz yedi yaşındaydı, ilkokul bire gidiyordu. Annesini andıran kıvırcık saçları, elma yanakları, tiz sesi ve tatlı gülüşüyle bıcır bıcır bir kız çocuğuydu. Ağabeyi Enes ise orta son sınıf öğrencisiydi. Kardeşinin aksine kilolu ve ağırkanlıydı. Fazla konuşmazdı. Çocukken pürüzsüz olan bebek yüzü şimdi ergenliğin çiçekleriyle dolmaya başlamıştı. Şirin karantinada, ev işlerine ara verdiği zamanlarda, küçükle okuma alıştırmaları yapıyor; büyüğe ise dili döndüğünce anlamadığı dersleri anlatıyordu. “Biri okumayı sökmeye çalışırken, diğeri beş ay sonra lise sınavına girecek. Allah’ım her şeye ben nasıl yetişeceğim?” diyerek iç geçirdi.
Oysa genç kızken bir şiirde okumuştu: “Aşk iki kişilikti.” Ama âşık olup evlendikten sonra öğrendi ki evin tüm işleri tek kişilikti. Bir yanda Ferhat’ın vurdumduymazlığı, bir yanda ergenliğe yeni adım atan Enes’in agresif halleri, bir yanda da küçük kızının mızmızlığı ona evde nefes alacak bir alan bırakmamıştı. Ruhu, gittikçe daralan bu üçgen kafesin içinde, bir güvencin misali çırpınıyordu. Ancak yavruları ondan hep ilgi istiyorlardı, bu yüzden daima güçlü olmalıydı. O da annelik maskesini tekrar yüzüne takıp beton kafesinin içinde yeniden kanat çırpmaya devam etti. Çocuklara kahvaltılarını yaptırdı. Duru’yu güzelce giydirerek kızının saçlarını taradı. Enes’in kıyafetlerini hazırladı. İkisinin de ödevleri ile ders hazırlıklarını kontrol etti. Yuvaya yiyecek taşıyan kuş misali iki çocuk çevrimiçi derslerine girene kadar etraflarında dolandı durdu. Ferhat ise bu arada yatış pozisyonunu değiştirmiş, yüzüstü vaziyette uykusunu sürdürmekteydi.
Çocuklar bilgisayarda derse girince, Şirin soluklanmadan öğlen yemeği hazırlıklarına başladı. “Haydi bakalım Şirin, on dakikada bitirilecek yemek için şimdi saatlerce uğraş dur bakalım! Soğanı ayrı doğra; patatesi, domatesi ayrı… Her birini de farklı bir tabağa koy ki bulaşıkların yine dağ olsun emi kızım!” diye söylenmeyi de ihmal etmedi.
Yemek hazırlıkları son sürat devam ederken Şirin’in aklına çamaşır makinesine attığı beyazlar geldi. Elindeki işleri bırakıp aceleyle banyoya yöneldi. Banyoya girer girmez makinenin kapağını açarak yıkanan çamaşırları kucakladı. “Şimdi bunların mis gibi kokması lazımdı.” diye düşünürken virüs yüzünden koku duygusunu yitirdiğini hatırladı. Çamaşırları salona taşıyarak salondaki seyyar çamaşırlığa teker teker astı. Tekrar banyoya giderek bu sefer siyahları makineye tıktı. Gelmişken banyoyu, klozeti ve lavaboyu güzelce ovaladı. Mutfağa dönerken uyuyan güzel Ferhat’a tekrar göz ucuyla baktı. Ferhat bu sefer yatağın bir ucunda tortop olmuş yatıyordu. “Senin de işin zor be Ferhat! Yatağın içinde dolanmaktan helak oldun kocacığım!” diyerek yatak odasının kapısını çekti. Beton kafeste temizlik zamanı gelmişti. Efendisinin şimdi gürültüden rahatsız olarak uyandırılması yakışık almazdı. Gerçi Ferhat çok düşünceli bir insandı. Kendisini her daim çok iyi düşünürdü. Şirin temizlik yaparken gürültü çıkmasın diye, evlilik yıldönümlerinde, ona az gürültü yapıp çok temizleyen güzel bir elektrik süpürgesi hediye etmişti. Romantik adamdı Ferhat, evin bütün ihtiyaçlarını bir yıldönümüne denk getirip mutlaka alırdı. Şanslı kadındı Şirin(!)
Şirin temizliği bitirdikten sonra ön hazırlığını yaptığı yemekleri pişirdi, çiçekleri suladı, çamaşırları astı, çocukları tekrar ders çalıştırdı, evi topladı, ütü yaptı, elbiseleri katladı, mutfağı toparladı, çöp sepetini boşalttı… Öğleden sonra olmuştu. Ferhat bu sefer ayaklarını yataktan aşağıya sarkıtmış, boynunu yastığın üstünden aşırarak kafasını arkaya dayamış bir halde uyuyordu. Şirin’in sabırsızlıkla beklediği an nihayet gelip çatmıştı. Sessizce Ferhat’a yaklaştı. İçinden bir süre söylendi. Kocasına doğru hafifçe eğildikten sonra eşinin seyrekleşmiş saçlarının parlattığı geniş alnının tam ortasına şöyle okkalı tokat çakıverdi: “Şırraak!”
Bir anda neye uğradığını şaşıran adam, doğrulmaya çalışırken, yataktan da kayarak k.ç üstü yere oturuverdi.
“Şirin, n’oldu bana böyle?”
“Aşkım yine kötü bir rüya görüp yataktan sıçradın herhalde.”
“Herhalde hayatım, koronadan olsa gerek. Her gün dayak yemiş gibi uyanıyorum. Bu pandemi ne zor şeymiş! Bezdim yeminle!”
“Ben de Ferhat, ben de… Hadi biraz daha uyu sen! Ben az sonra ilaçlarını getiririm, içersin.”
“Haklısın, biraz daha yatayım, iyi olmak için dinlenmem lazım. Sen uyandırırsın beni yemek hazır olunca.”
“Uyandırırım ama bir değişiklik yap, bu sefer de ayaklarını duvara dayayarak yatmayı dene.”
“Efendim? Anlamadım…”
“Duvara ayaklarını dikip uyumak yorgunluğa iyi geliyormuş, onu diyorum.”
”Haa, tamam!”
Sonra Ferhat yine tatlı uykusuna daldı. Şirin ise güneş batana kadar hiç durmadı. Çalıştı… Çalıştı… Çalıştı… Çünkü o hasta bile olsa pandemide ev işlerine mahkûm edilmiş bir kadındı. Erkeklerin vicdanının olmadığı evlerde kadın olmak en amansız hastalıktı…