Elli altı saattir uykusuzum.
İnsanların anlam veremeyen bakışlarına teslim oluyorum artık. Neden mi bu haldeyim? Bir kitap cümlesi, bir kadın ve bir kendinden iğrenmek… Teker teker ele alınacak üç başlı, korkunç bir mesele.. Hangi kitap cümlesi? Bahsederiz. Kadın kim? Aklınıza gelebilecek biri değil, kendisinin bile bilemeyeceği biri belki. Ya kendinden iğrenmek? Kendinden iğrendiğin ölçüde sevmek – kendini… Ve evet! Alnımın akıyla çıktım insanlıktan…
Gecenin en sessiz saatindeyim. Ama saatin dışında… Karanlık bir balkonun köşesinden seyre daldım geceyi. Halim belli, göz kapaklarım sertleşti artık. Kurumaya başladılar sanırım. İğneler yerleştirmişler gibi gözkapaklarıma. Açsam olmuyor, kapatsam olmuyor. Sanki uyku, parmaklarıyla otuz bir çekiyor zihnime. Ve bilincim acıyor boşalamamanın zevkle dolmuş acısı içinde. Gözlerim kaskatı, beynim acıyor. Nefes alış verişimde bile bir başkalık var. İçim, içimin duvarlarını yırta yırta çıkmak istiyor dışarı. Sanki beni bu bedenden kurtarın, kendiyle beraber beni de öldürecek korkusuyla çırpınıyor. İçimden kahkahalar atıyorum. İki aydır kaç kahkaha patlattım, kaç insanın suratında. Hepsi donuk gözlerimi gördü tabii. Bakışlarım korkunç. İnsanları ürkütüyorum. Gözlerinden anlıyorum insanların. Keşke insanların gözlerinden hiç anlayamasaydım. Sadece dudaklar yetseydi bir diyalog için. Ama gözler izin vermiyor, bakışlarla taciz ediliyor insan… Bakışlarımın yurtsuzluğu beni de ürkütüyor, istikamet bulamıyorlar hiçbir şekilde. Bazen anlamsız nesneler üzerinde konaklıyor bakışlarım, bazense sonsuz bir boşluğun dibindeki palyaçoların kahkahalarında… Benim bulunduğum konumda, insanın kendine ait palyaçoları olmalı. Ve kendine ait kahkahaları…
Şimdi bu gece de dinleyebileceğim sadece sessizlik. Sessizliğin uğultusundan dehşet duyar oldum. İnsan dedikleri dehşet duyabilen… Yeter! Ne kadar kesin çizgilerle sınırlasam da kendimi, Yeter’emiyorum. Kendime koyduğum katı kuralların dışından ibaretim. Doğrusu, çiğnemek için kurallar koyuyorum kendime. İnsan yalnızken, kendiyle alay etmek durumunda kalıyor. Palyaçolarıma indirgiyorum kendimi…
Şimdi gelin size bir düşüşün insandan neler götürebileceğini anlatayım;
Bir kitap cümlesi, bir kadın ve bir kendinden iğrenmek insana neler yaptırabilir görmek ister misiniz? Nasıl bir uçuruma atlar insan, bir uçurum nasıl da çekici gelebilir gözlerine… ‘Ben olmak’ mücadelesiyle savaşmaya kalktım. Asırların yenemediğine kafa tutmak istedim. Boyumu aştı. Ağzımın payını almış olmak da yetmedi. Tekrar denedim, denedim, denedim… Deneyeceğim! Önce her şeyi mahvetmek istedim. Her şeyi mahvetmekten duyulan sinsî zevk… Yıllar yılı içimde taşıdığım bu belirsiz cümle bir kitapta netlik kazanıp kanlı canlı bir varlık olarak karşıma dikilince anlamıştım her şeyi. Daha o günden görmüştüm sonumu. Ama insan için sonlar gerek.
Şimdi bir alçağım. Küçük düşürdüm kendimi, bile isteye yaptığım utanmazlıkların hesabını tutacak halde bile değilim. Kaç insanı mahvettim kendimle beraber, bile isteye – ve kaç insanın önünde küçük düşürdüm kendimi. Bir Kadın’ın yanında bile rezil ettim kendimi, bile isteye. Beni bir ‘ben’ kalıbında tanıyan herkesin gözündekini yıkmak… Yenisi? Yenisinden haber yok. Gerek de yok. Miadını doldurmuşlardanım artık. Beklentisiz, sonrasız bir tamamlanmışlık. Köşeleri besbelli matematik. Geleceği Şimdi’leştiren kadavra..
Yapmaz denilen ne varsa yaptım. Yapmam dediğim ne varsa… Kendimden midem bulanana dek alçaldım – ve kendi gözlerimden ürkene kadar yonttum aklımı. Kahve fincanını taşıyan parmaklarım duyumsayamıyor gerçekliği. Ve kıyamet arzulayan gözlerim… Taşlaşan gözkapaklarımda iğne iğne uykusuzluk. Şimdi bir sigara daha tütecek dudaklarımdan geceye – ve bir sigara daha hafifletecek gerçekliğin ıstırabını: Gerçeklik, elli altı saattir sekteye uğramadı. Hiç ara verilmemiş gerçeklik… Dehşet yüklü bakışlarla izliyorum sizi. Uykunun ne büyük bir yanılsama olduğunu fark ediyorum korkarak. İnsan uykuyu icat etmeseydi mahvolurdu sahiden.. Gerçekliğin içinde var olmayı sürdüremezdi. Bana bakmayın, benimkisi yok oluş…
İki gün önce uyanmıştım. Bir daha uyuyamayacağımı bilseydim uyanmazdım hiç. Şu halimle Olmamak’ı Olmak’a tercih ederim – ve bütün mesele, Bütün Mesele’nin amına koymak Shakespeare’im! Zaten Ol’amıyorum… Sokakların içinden sabahı yırtarak ofise girdiğimde her şey normaldi henüz. Ben, yitmiş bir gerçeklik algısına sahip değildim daha. Yıllar yılı yaptığım gibi sürdürebiliyordum kendimi-oynama’yı. Mesela patronum çıkıp da “Videolar ne durumda?” dediğinde üstten bakan tavırlarıyla, “Yetiştireceğim … Bey, merak etmeyin” minvalinde güven teşkil edebiliyordum. Şimdi insanlarla aramda sonsuz bir boşluk var sanki.
O günü bir baykuş ilgisizliğiyle geçirmiştim. İlgi duyan yerlerim acıyor Doktor! Boykot ediliyorum alakalarım tarafından. Savrulduğum uçurumdan zevk alıyorum – ve dönmek istemiyorum kendime. Aforoz edildim kendimden. Yine de o ilk yirmi dört saat her şey normaldi. Kendimi batırdığım bataklıktan zevk alıyordum – gurur duyuyordum kendimle. İlk gece geçti, İlk uyulmamış geceyi sevmiştim anlamsız bir gururla. Ama sonra? Küçüklüğümden beri, gerçekliği algıladığım o kısacık anlarda bile ürkerim gerçeklikten. O sonrasız bekleyiş, o zamansız durgunluk dehşete düşürür beni. Asıl gerçekliği şimdi algılıyorum işte. Ve korkuyorum. İnsanlarla aynı zaman katmanında bulunmuyorum sanki. Aynı mekân ise üç boyuttan ibaret. Zihnim dördüncüde olabilir mi? Bilmiyorum. Anlamam ve inanmam böyle saçma şeylere.
Ama ikinci gece başladığında… Ve asimetrik görüngüleri bir rüya demeciyle uyanık gözlerimin önüne serdiğinde zihnim – kaçıp gitmek istedim. Bu miadını doldurmuş gezegenin, bu titrek dudaklarla son nefeslerini veren yaşamın içinden çıkmak…Gecenin sessiz saatleri içinde bekledim sabahı. Balkon, yatak ve masam arasında dokuduğum mekik de yorgun düşürüp uyutmadı beni. Ama öyle haller oldu ki ben bile şaşırdım. Tamam, insan bu, bundan ötesi yokmuş derken karşıma bambaşka bir algı çıktı. Bambaşka bir insanlık duyumsadım kendimde. Neydi o? Ne bu? Günün ufkunda bir lacivert belirdi, ben yatağa girdim. Ayakta durmak zor geliyordu. Ellerimin arasındaki başım bir uğultuyla gümbür gümbür korkuyordu. Gözlerimi bir saniye daha açık tutmak, o ilk defa algılanan gerçekliğe bir kez daha bakmak öyle korkutuyordu ki bağıra çağıra kaçmak – ve uyandırmak istedim herkesi. Ama olmazdı. Kendime katlanmalıydım. Katlandım. Katlanmasaydım keşke…
Özledim. Günün bitmesini ve yeni bir günün başlamasını özledim. Biliyorum; biten güne de, başlayacak güne de lanet okuyan zamanlarım oldu. Her zaman için öyleydim. Şimdiyse… Ne kadar boktan olursa olsun bir günün başlayacak olmasını bilmek, beklemek tarifi imkânsız bir uzaklık hissettiriyor. Zaman beni ablukasından siktir mi etti? Ya da yaşam rahatsız mı oldu gözlerimden? Çok mu içine baktım… Tabii ya! Çok uzun süre karanlığa bakarsan, demişti Nietzsche, karanlık da sana bakmaya başlar… İşte yaşam ve zaman da bana bakmaya başladı. Vücudumu uykunun tatlı esaretine bırakmaktan mahrum ettiler beni. İnsan zamandan muaf mı tutulur be amına koyduklarım!
Aynı balkondan seyrediyorum. Şimdi güneş doğmak üzere. Seyre daldığım her şey, en cansız’ı bile uyudu dün gece. Ben? Ve kaç gecedir… Sahiden yeter! Neden olduğunu bir bilsem, çünkü insan nedenini bilirse ona göre bir sonuç tasarlayabilir. Öyle diyor çok bilmiş kişisel gelişimciler. Zihnim bulanık. Ne zaman uyuyacağım? Eskiden yazarken, zihnimin içindeki on binlerce kelime alternatifiyle on binlerce kurgu oluşturabilirdim. Şimdi zihnimde aydınlanan kelimeler de asimetrik. Birbirlerinin öyle içine girmişler ki bir tanesine bir başlasam sonsuza kadar susmayacakmışım gibi hissediyorum. Şu gördüğüm manzara nasıl da miskin uyuyor. Sislerin ardında belli belirsiz görüntü işgal eden şu ağaç bile uykulu nefeslerle güneşi bekliyor, biliyorum. Birkaç köpek silkinip başka bir yer buluyor kendine – daha rahat bir uyku için bir öncekini feda edebilecek kadar eminler uykularından. Ben bekliyorum. Beklemek… Aynı kelimelerle konuşmak isterdim. Beklemek demenin ne demek olduğunu hissedebilecek olsaydınız benim hissettiğim şekilde – o zaman yeterli gelirdi edebiyata başvurmadan sadece bekliyorum demek…
Sonra gün doğdu, doğa uykusundan uyandı. İnsanların sesleri sokakları doldurmaya, sessizliğin uğultusunu işgal etmeye başladı. Kan çanağı gözlerimle yataktan çıkıp üstümü giyindim. Aynada gördüğüm ben miydim? Ben bu aynada gördüğüm hale gelecek adam mıydım! Görüldüğü üzere o kadar boktanlığa rağmen yine de egomu bırakmam kenara. ‘Her şey normal’ rolünü bir saat kadar sürdürebildim. Ofise gelip bilgisayarın başına geçtiğimde ve insanların uğultulu, hayvansı ses çıkarmalarını işittiğimde kendimi kaybettim. Gerçekliği farklı bir perspektiften görmeye başladım. Her şey daha bulanık, daha simülatif ve daha korkutucuydu. İnsanların benimle gözleri aracılığıyla alay ettiklerini görüyordum. Bu bildiğimiz zaman katmanıydı. Ama görüntü olarak iki katman üst üsteydi. Yarı saydam iki görüntü aynı an içinde oynatılıyordu bana. Alay eden gözleri görürken, aynı kişinin bana parmak uzatarak kahkahalarla güldüğünü de görüyordum. Biri bana hayran gözlerle bir şeyler anlatırken, elinde bir bıçakla beni korkutmaya çalıştığını… Anların parçalanması ya da bütünleşmesi. Tam olarak karar veremedim ismine…
İki ihtimalim vardı uyumak için; biri kesin, öbürü meçhul. Kesin olan mümkün olmadı. Meçhule bel bağladım. Karanlığın çökmesini bekledim. Sonra dağıtmak… Bayılacak hale gelmek.. Geldim. Bayılmadım. Uyanıkken uyumak nedir? Hiç yaşadınız mı? Hani uykunun kucağına düştüğünüzde her şeyi kaybedersiniz; zihniniz ve vücudunuz bir bilinmezin eşiğinde hafıza kavramını, duyumsuyor olmak olgusunu yitirir. Sabah bir kalkarsınız sanki o sekiz saatlik süre hiç geçmemiş. An skiplenmiş gibi.. İşte skiplenme olmadan, on dört saat gözlerim kapalı bekledim. Uyku değildi. Vücut uyudu belki, bilmiyorum, ama zihnim ve gözlerim uyumadı. Zamanı tikiyle de takıyla da saniye saniye gördüm. Tek bir an uykunun bilinçsizliğine kurban olmadı. Ama ben bu bilincin kurbanıydım. Öldüm mü dedim bir süre sonra; demek ki, dedim, öldüğümüzde kaybetmiyoruz her şeyimizi. Sonra ölmediğimi anladım. Nefes alıp verdiğimi duyumsuyordum çünkü. Hatta gün doğduğunda yüzüme vuran sıcaklığı hissediyor, gözlerimi ağrıtan ışığı tadımlayabiliyordum. Yine de açmıyordum gözümü. Neden? Onu da bilmiyorum. Ama uyumadım, ondan eminim. Kaç saat devam edecek? Zaman, beni ne zaman affedecek?
Sonunda, dostlarım, başardım. Herkesi uzaklaştırdım, herkesi bıktırdım. Bilinçli olarak, ince ince hesaplayarak yaptım her şeyi. Mahvettim. Mahvetmeliydim de zaten. Bir kitap cümlesi, bir kadın ve bir kendinden iğrenmek… O kadın kim, kimse bilmez? Belki kadının kendisi bile bilmiyordur kendini. Bazı durumlar vardır. Biri için akla gelmeyecek kadar önemsiz olan, öbürünün hayat memat meselesi olur. Dudaklardan alelade dökülen bir cümle, bir başkasının zihnini parmaklarıyla paramparça edebilir. Bir bakış bile değiştirebilir her şeyi. Bir çift dudak…
Biliyorum. Bana her şeyin sonunda başka gözle bakacaklar. Kimi acıyacak belki, belki de tiksinecektir kimileri. Benim için endişelenenler de olacak, biliyorum. Oysa hepsi yanlış anlamış olacak. Hikâyemi bildiğini zannedenler de anlam veremeyecek bana. İçinde bulunduğum durumu anlamayacaklar, çünkü hangi yollardan hangi sebeplerle geldiğimi bilmiyorlar buraya. Ve bilmeyecekler. Bir kişi bilecek, bilmezden gelmeye devam edecek… Bilmezden gelmeyi icat etmemeliydi insan.
Ve evet, pes ediyorum. Bir köşede çökmüş, teslim oluyorum kendime. Ele geçirildim sonunda. Kendimin gardiyanı olmak zorundaydım, kendimin kölesi kalmamak için. İnsanları kullandım. Hepsi birer figürandı hikayemde. Kimi ne işim var burada, dedi. Kimi ben ne alaka, diye söylendi. Kimi can attı devam etsin diye hikayemdeki yeri. Ama bitti. Hikayenin sonu geldi. Kendimin başlangıcı…
Her şeyi anlatmak için başladığım bu yazıda yine sadece hissettiklerimden bahsedebildim. Kendi kendine sansür uygulayan ilk yayın organı benim dostlarım…
Ama bütün meseleleri bir rafa kaldırdım. Şuan başarmayı istediğim tek bir şey var; Uyumak.