Hava mevsim normallerine göre oldukça sıcaktı. İnsanlar soğuk su şişelerini lıkır lıkır içip atıyordu. Hafifçecik esecek olan rüzgârı hep bir ağızdan yarabbi şükür, diyecek kadar da bekliyorlardı. Hava insanları olduğu kadar hayvanları da bayıyordu ki onlar da buldukları her serin yerde mayışıp öylece yatıyordu. O da dışarıya adımını atar atmaz sıcak havayla buluşmuştu. Klimayı yeni terk etmiş olmasına rağmen sıcaktan bütün vücudu yapış yapış olmuştu. Sabahtan beri sırtında olan gömleği de terden sırtına yer etmişti sanki. Üstelik kokuyordu. Bütün gün oturmaktan yayılan basenlerinin üstüne giydiği siyah pantolonu da dile gelse ‘İmdat’ diye bağıracaktı hani.
Neyse ki çıkmadan önce saçlarını ensesinde toplayıp arasına kalem sıkıştırmayı akıl edebilmişti. Biran evvel kendisini eve atıp duş almak istedi. İyi ki evi merkeziydi, yakındı. Çabucak varabilmişti. Zile bastı. Biraz bekledikten sonra tekrarladı. Henüz açan olmamıştı. Kapıda beklemeyi hiç sevmezdi. Çünkü kapının açılmaması demek kocasının evde olmaması demekti. Karışık çantasından güçlükle bulduğu anahtarını çıkarıp kapıyı açtı. Açık bıraktığı pencerelerinden içeriye doğru esen rüzgârı selamladı büyük bir hoşnutlukla. Ardından çantasını portmantoya bırakıp üzerindeki kokan gömleğinden bir an önce kurtulmak için ilk durağı banyosu olmuştu. Güzelce bir duş alıp giyindi. Sessiz eve karşı yorgun yorgun baktı. İş yorgunluğunun aksine kocası evde yoksa daha derin bir yorgunluk çökerdi gözlerine.
Evin her bir köşesinde onun nefesini onun varlığını arardı gözleri. O yoksa eğer önce gözlerine ardından bütün bedenine çökerdi yorgunluk. Belki bu yorgunluk kısa sürer, diye hemen telefona sarılıp onu aradı. Ulaşılamıyordu. Yine şarjı bitti herhâlde, dedi. Kocası olmadan yemek yiyeceği için üzülmüştü. Pek iştahı da kalmamıştı. Keyfini yerine getirecek tek yer olan rengarenk çiçeklerle donattığı balkonuna gitti. Her biri onun yokluğunda arkadaşı olmuştu. Hepsini öper, koklar, onlarla sohbet ederdi. Afili saksıların içindeki yine onun aldığı orkidelerini daha bir içten öpüp sulardı. Zaten gönlünü almak için sıklıkla çiçek alırdı. O da en çok orkideleri severdi. Veyahut kocası en çok orkide alıyor diye onu sevmişti. Çok yoğun çalışıyordu. Bitmeyen toplantılar, iş yemekleri, seyahatler… Ne gecesi ne gündüzü belliydi.
Ama olsundu. O kocasını çok seviyordu. Kocası da onu. Hem sevmese ne olurdu ki. Onun sevgisi ikisine de yeter de artardı bile. Aşk zaten iki kişinin paylaşması demek değil miydi? Birbirine anlayışlı davranarak yürütülürdü evlilik. Bir taraf alttan almalıydı, fedakâr olmalıydı. Hem bir taraf hep daha fazla severmiş öyle derlerdi. Sonuçta ilişkilerinde de Semra daha fazla seven taraf olmuştu. Telefonuna ulaşılamamasından belliydi ki bugün de diğer günlerde olduğu gibi geç gelecekti. Halbuki evde tek kalmayı sevmediğini de biliyordu. Belki bir bebekleri olsaydı, olabilseydi…
Guruldayan karnının sesini daha fazla bastıramamıştı. Kocası olmadığı için yemek yeme fikri cazip gelmiyordu artık. Bir sandviçle geçiştirecekti gününü. Buzdolabının üzerine magnetlerle tutuşturulmuş resimlerine ve kocasının yazdığı aşk notlarına bakarak iki sandviç hazırladı. Belli mi olurdu belki ona kıyamaz da erkenden gelirdi. Bir taraftan ekmekleri kesip bir taraftan da gülücük saçarak buzdolabının üstünü inceliyordu. Azımsanamayacak kadar çoktu notlar. Bazı zamanlar sırf bu notlara bakabilmek için mutfağa gelir öylece dolabın önünde dikilirdi. Manzaraya karşı keyif yaparken çekilmiş bir resimleri yoktu henüz ama onlardan da olacaktı bir gün. Onlar gelene kadar da nikah resimleri duracaktı yerli yerinde. Ve o resimlerin yanına iliştirilmiş öyle güzel sözler öyle güzel iltifatlar yazılıydı ki Selim’in eliymiş gibi göğsünü okşardı kimisi. Kocası için hazırladığı sandviç deki domateslerin kabuklarını soydu. O kabuklu sevmezdi. Dolaptan soğuk içecek doldurup hızlıca salondaki yemek masasına geçti. Kocasını aradı yeniden. Yine yanıt yoktu. Her ne kadar canı sıkılsa da üzerinde durmak istemedi. Gözleri istemeye istemeye de olsa televizyon ünitesinin üstündeki zarfa takıldı. Bir sızı yayıldı burnunun direğine. Hemen başını çevirmekte bulmuştu çareyi. O zarf her ne kadar ‘ben buradayım’ dese de o görmemezlikten gelmişti. Gözleri ne kadar iyi görüyor olsa da o görmek istemediği her şeye karşı kördü…
Göz pınarları son anda dolmaktan vazgeçmişti. Elinin tersiyle inmek üzere olan yaşları azarladı adeta. Kırık bir gülümsemeyle kırışmıştı dudaklarının kenarları. Sandviçinden güçlükle bir ısırık aldı. Onu ağzında çiğnedikçe çiğnedi. Ezdikçe ezdi. Ardından bir ısırık daha aldı. Çiğneyişlerine verdiği yavaşlık zaman kazanmak istemesindendi sanki. İki ısırıktan sonrasına devam edememişti. Elinin ucuyla tabağını kendinden uzaklaştırdı. Dudaklarındaki kırıntıları silerken ekrana ilişti gözleri. Derin bir iç çekti. Bu öyle bir iç çekmeydi ki kaburgaları sızlıyor, karnına kramplar giriyordu adeta. Ne de büyük televizyonları vardı. Şu koskoca ekranın karşısında kocasıyla kaç kez kucaklaşarak film izleyebilmişti. Olsa olsa en fazla beş ya da on kezdir. O da onun ağlayıp zırlamasıylaydı. “Benim zorumla olacaksa istemiyorum” bile diyemezdi. Şans olarak görürdü bunu. Kim bilir bir daha ne zaman izleyebilirlerdi beraber. Bir daha ne zaman kucaklaşabilirlerdi? Bir daha ne zaman Selim’in kucağında uyuyakalırdı? Zaten azıcık görüyordu. Onda da kafasını bunlarla mı şişirseydi? Başını omuzuna yaslayarak bütün bir geceyi böyle geçiriyordu. Daha ne isteseydi! Hele ki o gün de şanslıyla Selim ondan önce uykuya dalar o da Selim’in yüzünü severek uyurdu. Selim’i sevdiği için, onunla evlendiği için hep şanslı sayardı kendisini. Parmağının ucu tırnağına değse, Selim kendiliğinden belinden kavrayıp yatağa götürse, yanağından öperken dudağı dudağının kenarına değse bile Semra’nın kendisini şanlı hissetmesi için büyük renkti onun hayatında.
Daldığı düşlerin arasından sıyrılarak üniteye yaklaştı. Daha fazla kaçamayacağını anlamıştı. Ünitenin üzerindeki zarfa baktı yeniden. O bile tozlanmıştı. Kolay mıydı tam iki haftadır onun okumasını bekliyordu. Yüzü düştü Semra’nın. Titreyen elleriyle tozlu mektubu aldı. Sandalyeye kendisini güçlükle atabilmişti. Mektubun içindekileriyse zihni az çok bilir gibiydi. İnce dudaklarını dişlerinin arasına geçirdi istemsizce. Su yeşili gözleri taşmak üzere olan bir nehri andırıyordu şimdi. Alyansının parmağında tur attığı elinde mektubu evirip çevirdi. Evet son günlerde zayıflamıştı ama insanın parmakları da zayıflarmış meğer. Hoş umurunda da değildi zaten. Onun tek umurunda olan şey Selim’di. Semra hala mektubu okuyacak cesareti kendinde bulamıyordu. Kalp atışlarının hızlandığını hissedebiliyordu yalnızca. Ağzından çıkacakcasına hızla çırpınıyordu sanki. Kulaklarını kalbinin gümbürtüsü doldururken elini kalbinin üstüne götürdü istemsizce. Sakinleşmeye çalıştı bir süre. Ta ki ellerinin titremesi geçtikten sonra açabildi mektubu. Özür dilerim Semra, diye başlıyordu. Göz pınarları söz dinlemiyordu ama o bir taftan satırları okurken diğer taraftan da gözlerini siliyordu.
“Sana da kendime de yaptığım eziyetin farkındayım. Biz çok mutsuzuz. Biliyorum ‘Ben denedim’ diyeceksin. Sen hep senin sevginin bize yeteceğine inandın ama inan ki yetmiyor Semra yetmiyor. Seninle birlikte olmak benim için bir görevden daha fazlası değildi. Bütün bedenim baştan aşağı ateş olsa bile ellerimin sana dokunduğunda buz tuttuğunu da çok iyi biliyordun, bu buzları sıcak bakışlarının çözemediğini de. Ama sen “Sen hazır olana kadar, beni sevene kadar beklerim” dedin. Bekleme Semra bekleme…
Evliliğimiz teyzenin projesinden başka bir şey değildi. Teyzen başardı ama biz mutlu olmayı başaramadık. Belki ilgisizliğimden sıkılır gidersin dedim. Ama sen yine gitmedin. Kendi kendine ben almışım gibi yaptığın çiçeklerini sulamaya devam ettin. Aldığın her çiçeğin sana ve sevgine ihanet olduğunu bilirdin. Bilirdin ama yine de sulamaya devam ederdin. Karşılığı hiçbir zaman olmayan aşk mesajlarını atmaya, ben yazmışım gibi kendine notlar yazmaya devam ettin. “Sen benim tek sarhoşluğumsun” derdin. Seni ayıltacak gerçekler içeceğin bir fincan acı kahveden daha da acıydı. Ama sen onda da çok güzel sarhoş taklidi yaptın. Tek taraflı sevginin, fedakarlığın yettiğini mi sanıyorsun? Yetmez Semra yetmez. İnsan bazen sevmediği için değil yorulduğu için vazgeçermiş. Sende öyle vazgeçiver işte. Ağlayıp sızlayıp intihar tehditlerinle eve döndürmenden de sıkıldım. O yüzden ne bir telefon ne de bir adres bırakıyorum geride. Daha fazla yanında kalıp ikimizi de mutsuzluğa hapsedemezdim.
Özür dilerim
Selim
Zaman Semra için durmuştu sanki. Kırgınlığın arasında sıkışıp kalmıştı yüreği. Tek başına dekore ettiği, tek başına yaşadığı, karanlık geceleri tek başına geçirdiği salonuna manasızca baktı, baktı. Her şey anlamını yitirmişti onun için. Mektup kaskatı kesilen ellerinin arasından sıyrılıp yere düştü. Az önce dolu doluyken şimdi hiç yaş yoktu gözlerinde. Gözlerinin perdesinde asılı kalan kırgınlıkla işte şimdi ayılacağı kadar ayılmıştı. İşte şimdi uyanmıştı o bile isteye uyuduğu kör kuyudaki uykusundan. Gerçekler Selim’in dediği kadar acıymış meğer. Ağzında ve yüreğinde bıraktığı kekremsi tattan anlamıştı. Hayatına olduğu kadar parmağına da bol gelen alyansı çıkarıp masanın üzerine bıraktı.
“Haklısın Selim yetmezmiş.” dedi.