“Bir günde, kısacık bir günde büyümüşlerdi”
Stefan Zweig
Arkasındaki otobüsün ani ve tiz kornasıyla sıçradı daldığı yerden. Yeşil yanmıştı, devam etmesi gerekiyordu. Hızlıca kendine gelip hareket etti. Oysa o durmak istiyordu. Orada öylece durmak, ardındaki şoförleri kızdırmak, kuvvetli bir dayak yemek onlardan. Yüzüne bir tokat atılsın istiyordu, sonra bir cümle duymak: “Meral iyi.”
Hafta sonu olduğu için trafik yoğundu. Günübirlik kaçamak yapan herkes şimdi dönüş yolundaydı. Otobüsler de, arabalar da insan doluydu. İstanbul’un nadir keyifli yollarından biriydi Şile yolu. Bina değil yeşil görmek büyük bir lükstü bu şehirde. Üç kişilerdi arabada. Müzikleri Serap seçiyor, Meral bağıra bağıra eşlik ediyor, Nihan ise babasından rica minnet aldığı arabasını sağ salim teslim edebilmek için pür dikkat yola bakıyor, arkadaşlarının düetlerini keyifle dinliyordu. Yazla, güneşle, yolları çift taraflı kaplayan ağaçlarla, kıvrımlı yollarla uyum içinde, cıvıl cıvıllardı. Şimdi, dönüş yolunda o anlar bin yıl öncesinde kalmış gibi geliyordu Nihan’a.
Liseden tanışıyordu üç arkadaş. Aynı sınıfta okumuşlardı dört yıl boyunca. Ezbere bilirlerdi birbirlerini. Bütün ilk gençlik hatıralarında yan yanalardı. Serap üniversiteyi Bolu’da, Nihan İzmir’de, Meral ise İstanbul’da kazanmıştı. Yine de bu, dostluklarından hiçbir şey eksiltmedi. Her gün telefonlaşıyor, günlerinin kritiğini yapıyor, arada yollar yokmuşçasına devam ettiriyorlardı dostluklarını. İkinci sınıf bitmişti bile, iki yıl sonra yeniden aynı şehirde olacak, doyasıya görüşeceklerdi.
Bu yaz da, önceki yaz olduğu gibi okul biter bitmez döndü İstanbul’a Serap ve Nihan. İlk gün aileleriyle vakit geçirip, ertesi gün buluşmuştu üç arkadaş. Sanki her gün telefonla görüşmemiş gibi en önemli olaylar en baştan yatırılmıştı masaya. Uzun kritikler sonunda yaz planlarını yapmaya başlamışlardı. Üçünün de ailesi izinlerini bayramla birleştirip tatil yapacaktı fakat İstanbul’dan aynı gün ayrılıp aynı gün dönecekleri için bu kısa ayrılığı pek önemsemediler.
Yaz planladıkları gibi gidiyordu. Bazen peş peşe her gün, bazen gün aşırı görüşüyorlardı. Sırayla evlerinde toplandıkları da oluyordu, her zamanki kahvecilerinde buluştukları da. Çok sıkıldıkları zaman ise hemen ertesi gün için plan yapıyor, İstanbul’u turist gibi geziyorlardı. Adalar, Beyazıt, Eminönü, Sirkeci, Beyoğlu muhitlerine daha yazın yarısı gelmeden ikişer kez gitmişlerdi.
Her zamanki kahvecilerinde buluştukları sıcak bir Ağustos gününde birlikte denize gitmeyi planlamaya başladılar. Nihan ve Meral yüzme konusunda pek iyi değildi, tatillerde de hiç açılmaz, kıyıda yüzmeye çalışırlardı. Serap yazlıkta büyüdüğü için çok iyi bir yüzücüydü. Önemli olan plajda birlikte vakit geçirmek ve güneşlenmek olduğu için yüzme konusunu pek önemsemeden Nihan’ın babasından arabasını nasıl isteyeceğinin provasını yaptılar. Babasını ikna etmesi uzun sürse de düşündüğü kadar zor olmadı Nihan’ın. Bunda çok başarılı bir öğrenci olmasının katkısı büyüktü. 18 yaşına girer girmez ehliyet almıştı. Babasının yaptırdığı pratikler sayesinde sınavı kolaylıkla geçmişti. Tek şartı vardı babasının, ne zaman ararsa telefon açılacaktı. Pazar günü aile kahvaltısına gidecekleri için cumartesi gününde anlaşmıştı babasıyla. Haberi alınca çok sevindi arkadaşları, özenle çanta hazırlığına giriştiler.
Serap’ın evi daha yakın olduğu için önce onu aldı Nihan. Üç çantayla gelmişti arkadaşı. Mayosu, havlusu, deniz ekipmanları için bir çanta, soğuk içecekler için bir çanta, sabah erkenden hazırladığı sandviçler için bir çanta. Meral de döktürmüştü elbette, üç çantayla da o bindi arabaya. Artık yola koyulabilirlerdi.
Yolculuk çok keyifli geçmişti. Yirmi yaşında üç genç kızın cıvıltısı her yerine siniyordu arabanın. Plaja yakın bir otoparka arabayı park ettiklerinde, araç durduğu halde şarkı söylemeyi sürdürüyorlardı. Özellikle Meral. Üçü de 90’lar Pop aşığıydı. Serap güzel bir müzik ziyafeti koordine etmişti onlara.
Giriş ücretini ödeyip, en önlerden yer seçtikten sonra şezlonglarına kurulup çantalarını açtılar. Kahvaltı sofrası mükellef denilebilecek türdendi. Üçü de o gün için güzel şeyler hazırlamıştı. Meral’in getirdiği termoslarla çaylarını, Serap’ın getirdikleriyle soğuk sularını içiyorlardı. Nihan’ın termoslarında uzmanlık alanı olan kahveler vardı. Hava çok sıcak olsa da muhakkak içeceklerini biliyordu, o da sabah erkenden kalkıp özenerek demlemişti kahveleri. Serap ve kendisi için sert, Meral için yumuşak, her zamanki gibi.
Uzun uzun ve keyifle yaptıkları kahvaltıları sona ermiş, artık denize girme zamanı gelmişti. Güneş alerjisi olan Nihan üçüncü kez güneş kremini tazeliyor, Serap yanında getirdiği deniz topunu şişiriyor, Meral heyecanla arkadaşlarının hazır olmasını beklerken elindeki yeşil termosuyla arabada en son dinledikleri Ebru Gündeş şarkısını mırıldanıyordu.
Deniz beklediklerinden daha soğuk ve hayli dalgalıydı. Nihan ve Meral açılmama konusunda mutabık kaldılar. Dizlerine kadar girmişlerdi suya. Serap dayanamayıp dubalara doğru yüzmeye başladı. Denize hiç dayanamazdı, çok seviyordu. Nihan ve Meral topla oynamaya başlamıştı Serap yüzerken. Dalgaların hırçınlığı ürkütse de çıkmayı düşünmediler. Serap da aralarına katıldı, top oyunu sohbet eşliğinde devam etti. Turuncu bikinili kızın saçlarını çok beğenmişti Meral, o da saçlarını katlı kestirmeyi istiyordu bir süredir, pazartesi günü kuaförde buluşmak için anlaştılar. Nihan ise kızın teninin beyazlığına hayran olmuştu, kendisi de beyazdı ama hep daha fazla beyaz olmanın yollarını arardı.
Sonrası çok hızlı, tek bir an, çok uzun ama çok hızlı bir an. Çok fazla su…
Gelip giden görüntüler… Dalga…
Annem çok üzülür.
Babam arabayı bekliyor.
Kızlar nerede?
Serap? Meral?
Çok fazla su. Ölüyorum. Daha çok küçüğüm.
Babam çok kızacak. Kesik kesik görüntüler. Meral mi o?
Baba. Mezun olamayacağım.
Serap nerede?
Öldüm mü?
Biri mi geliyor?
Kesik kesik görüntüler. Nefes alamıyorum.
Çok fazla su var.
Nihan kendine geldiğinde Serap da diğer insanlar gibi başındaydı. Kim tokat atıyor?
Nefes al.
Gelip giden görüntüler.
Serap, Meral nerede?
Ambulans, çığlıklar, nefes al, Meral yok.
Polisler, can kurtaranlar, kesik kesik görüntüler.
Çok su vardı.
İfade tutanağı, hastane.
Kim bu insanlar?
O el Meral’in miydi?
Neden morgdayız Serap?
*
Trafik iyice sıkışmıştı. Ağaçlar ne kadar çirkindi şimdi, yol ne kadar uzun. Gökyüzü boğmak için bastırıyordu üzerine. Biri insin şimdi arabasından, silkelesin dakikalarca onu. Ne olurdu?
Araba çok sessiz, sessizliğin ne güçlü sesi varmış meğer. Serap? Var mıydı gerçekten? Vardı, yoktu ama vardı. Kesik kesik görüntüler. Çok fazla su vardı. Ben de ölmüş olabilir miyim?
Sağ şeride attı kendini Nihan. Onlarca, belki yüzlerce araba geçti yanından. Fark edemeyecek kadar yoktu orada.
-Benzinlik var, tuvalete girecek misin?
-Hayır.
İkisi de hiç ağlamamıştı, hiç konuşmamıştı. Serap içinden dua ediyordu Nihan başka bir şey sormasın diye. Sormadı. İkisi de darmadağındı, ikisi de hiç ölüm görmemişti bugüne dek, ikisi de hiç bu kadar hiç olmamıştı. Bir daha ikisi de konuşmadı. Hiç göz göze gelmediler. Hayatlarının en uzun günüydü bu, en uzun yolculuğu. Bitmesi için dualar ettiler.
Kesik kesik görüntüler. Meral nerede?
Serap’ın evinin önüne geldiklerinde de tek kelime konuşmadılar. Yok olmak istercesine sessiz, narin hareketlerle indi Serap. Usulca kapattı ön kapıyı, arka kapıyı açtı. Nihan bakamadı. Serap apartmanın kapısından girdiğinde ilk kez arkasını döndü. Sabah Meral’in oturduğu yere baktı, iki koltuğun tam ortasına. Çantasını aldı. Yardım eden birinin çantasına attığını gördüğü birkaç eşya içinden Meral’in en son su içtiği termosu çıkardı. O su artık kaynardı, boğazını yırta yırta akıyordu, su değil zehir içiyordu. Değil mi ki koca denizde o da boğulamamıştı, değil mi ki Meral’ini morga koyup dönmüştü, o da boğulsun diye içiyordu. Bir damla termostan akıyor, bir damla gözünden akıyordu. Sonunda ağladı. Nihan o gece çok ağladı. O geceden sonra ne zaman o termosu eline alsa ağladı. Kesik kesik görüntüler arasında bir el gördü, ağladı.
Serap’la ise bir daha hiç karşılaşmadı.
GİZEM ENGİN