Kahvaltı masasında Selim’e aniden bir soru yöneltti. Ne kahvaltıyla ne görünürdeki başka bir durumla en küçük bir ilgisi vardı sorduğu sorunun. Normalde sofradaki herkesin “ne alaka şimdi böyle bir soru, babam da artık kafayı sıyırmaya mı başladı ne?” diye iç geçirmesiyle sonuçlanacak mümkün, hatta zorunlu bir durum vardı ortada.
Oldum olası yemek masasında somurtkanlıktan ve sessizlikten hoşlanmazdı. İsterse ilgisiz olsun konuşulan şeyler, hoşuna giderdi, yeter ki susulmasındı. Ailenin birlikte oturduğu masa, hep bir sohbet ve muhabbet sofrası olsun isterdi. Pek dile getirilmese de bu hassasiyetinin, hep övünç ve şükür duyduğu esin önderinin öğüdünü yerine getirmek, yoluna uymak gibi manevi bir amaçla taçlandığını da tüm aile bilirdi. Eğer aile efradı sofrada konuşmuyorsa sohbet açmakta ve espri yapmakta öteden beri çok sakar olan baba tüm münasebetsizlik ithamıyla karşı karşıya kalmayı bile göze alarak ortaya hemen bir soru veya konu atarak herkesin ne düşündüğünü duymak, dinlemek isterdi. “Yemek sofrasında yeter ki sohbet olsun da isterse üç göbek öncesi dedesinin ilçe pazarından satın aldığı semer macerası olsun,” mottosuyla nasıl içsel hâle geldiğini çok iyi bildiğinden Selim babasının kendisine yönelttiği sorunun da ancak böylesi bir amaçla geldiğinde ilk etapta şüphe etmedi. Ne var ki bu soru o an farkında olmasa da belki üç beş adım, belki üç beş gün sonrası yapılacak bir hamlenin müjde taşlarını döşüyor da olabilirdi.
Semer macerası nedir mi? Bu sabah babasının Selim’e doğrudan yönelttiği soru daha önemli ama tuttunuz siz büyük büyük büyük dedenin semer macerasını merak ettiniz. Pekâlâ öyle olsun, onu anlatayım o halde:
Kırklı yılların Anadolu’sunda fakirlik öyle böyle değildi, tüm halkı kasıp kavuruyordu. Türkiye savaşa girmiş olmasa da gerek ateş çemberine yakınlığından gerek devraldığı ağır geçmişin yüklerinden henüz kurtulamamış olmasından ve gerekse savaş felaketinin kendisini de her an içine alıverecek olma ihtimalinden dolayı büyük stres ve yoksunluk yaşıyordu. Delikanlılar, orta yaşlılar ve bıyıkları daha yeni yeni terlemeye başlayan gençler Allah’tan cephede değil, anne babalarının yanlarında, köylerindelerdi. Ortada herhangi bir seferberlik emri de yoktu. Ama köylerde fakirlik kelimelerle anlatılamayacak kadar kara, büyük ve hüzünlüydü. Dayanılacağı kalmamıştı neredeyse yoksunluğa ve yoksulluğa. Zavallı köylüler açlıktan yolda rast geldikleri eşek veya katır pisliklerini mahir bir gaita laborantı titizliğiyle ellerine geçirdikleri bir çöple inceden inceye karıştırıyorlardı. Bulabildiklerinde ise kendilerini şanslı saydıkları birkaç arpa veya buğday tanesini yıkayarak ağızlarına atıp kıtır kıtır çiğniyorlardı. İşte böyle yok yıllarından birinde yaşanmıştı üç göbek öncesi dedenin semer macerası.
Eşeğinin semeri lime lime olmuş; her dokunulduğunda ve üstüne çıkıp oturulduğunda iplik iplik dökülüyormuş. Her tarafı o kadar çok yama ve tamirat görmüş ki kimde olsa bu semer çok kötü ve eski bir kalbur izlenimi bırakıyormuş. Hüsnü Dede artık herkesten utanır olmuş. Semerin semerlikten iyice çıkmış olduğunu kendisi de gördüğünden uzun zamandır yeni bir semer almak istiyormuş istemesine ama gözü kör olsun yaşadığı fukaralık buna bir türlü imkân tanımıyormuş. Artık ne olursa olsun diyerek gözünü karartmış bu hafta bostandan çıkan domates mahsulünün parasıyla yeni bir semer almaya karar vermiş. Bostan da Allah var ya, bu hafta olabildiğince cömert davranmış ve altı büyük kasa domates vermiş. Hüsnü Dede daha gün ışımadan emektar semerini vurduğu eşeğe tüm domateslerini tahta sandıklar içinde zar zor yüklemiş, kendisi de pınarın yanındaki büyük kayanın üstüne çıkarak yükün ortasına oturarak merkebine deh demiş ilçe pazarına doğru.
Pazara vardığında güneş daha yeni doğmuştu. Çeşitli köylerden gelen pazarcılar da tezgahlarını daha yeni yeni kurmaya başlıyorlardı. Hüsnü Dede ilçe meydanındaki büyük kayanın tam önünde eşeğine çüşşş diyerek durdurup inmiş ve tezgahını her zamanki yere açmış. Önlüğünü giymiş, domates kasalarını, terazisini ve örtülerini yerli yerinde açıp yerleştirmiş ve müşterilerini beklemeye başlamıştı. Bir gözü de yirmi metre ötede tezgâh açmış olan semercinin birbirinden göz alıcı semerleri üzerinde geziniyormuş. Ta uzaktan gözüne kestirmiş domateslerini sattıktan sonra satın almaya karar verdiği semeri. Semer de gerçekten çok fiyakalı duruyormuş. Dokumalarındaki renk renk şeritleriyle, ahşap kısmındaki zarafet ve işçiliğiyle, deri kemer ve kordonlarıyla semer Hüsnü Dede’ye ta uzaktan âdeta “beni al, beni al!” diye haykırıyormuş. Hüsnü Dede “ya ben daha domatesleri tam satıp bitiremeden biri gelip alırsa,” diye de için için korkuyormuş. Korktukça da satış konusunda daha bir hırslanıyormuş. Domateslerini bir an önce satıp bitirmek için daha önceki haftalarda hiç yapmadığı yöntemler ve çığırtkanlıklar denemekten geri durmuyormuş. Güçlü davudi sesiyle ünlediği “domates değil kan satıyorum kannn,” nakaratları neredeyse tüm ilçe pazarında yankılanıyormuş. Orta yaşlarda bir kadın tezgâhın önüne gelerek bir yandan domatesleri inceliyor bir yandan da “demek kan satıyorsun amca ha!” diye laf atıyormuş. “Evet, hanım kızım kan bunlar kan!” diyerek domateslerini övmeye devam etmiş Hüsnü Dede. “Ee amca kan satıyorsun da madem, sen kendin hiç mi yemedin bu domateslerinden? Aynada suratına bir baksana,” diyerek gülmüş. “Haklısın kızım. Doğru söze ne denir?” diye cevap veren Hüsnü Dede bu espriye hem katıla katıla gülmüş hem çığırtkanlığından dolayı biraz da utanmış. Üç kilo ona, beş kilo buna derken öğle ezanına bir saat kala tüm domateslerini satmayı başarmış. Daha tezgahını toplamadan göz koyduğu semer için pazarlık yapmaya koşmuş semerciyle. Üç aşağı beş yukarı derken anlaşmışlar ve semerini yüklenip tezgahına dönmüş Hüsnü Dede. Cebinde çok az parası kaldığından eve gerekli birkaç kalem acil ihtiyaçlardan da azar azar satın alarak heybesine yerleştirmiş. Tezgahını toplayıp eşyalarını yan yana yığmış. İlçe kenarındaki otlağa bağladığı eşeğini getirmeye gitmiş. Tüm diğer eşekler çayırda iştahlı iştahlı otlarken kendi eşeğinin yattığını görünce endişelenmiş. Yanına vardığında ise koca kara gözlerinin kendisine doğru donuk donuk baktığını fark etmiş. Eşeğini zorla kaldırarak eski semerini çıkarmış. Zaten kullanılacak hiçbir yanı da kalmadığından çayırlığın kenarına şöyle bırakmış. Çıplak eşeğini tezgahının yanına çekerek getirmiş. Yeni semeri hemen vurmuş eşeğinin sırtına. Semer de hani pırıl pırıl parlıyormuş. Bir bakan dönüp bir daha bakıyormuş neredeyse. Yeni ve göz alıcı semerin keyfinden eşek bile nasiplenmiş, çayırdaki durgunluğundan eser kalmamış. Hüsnü Dede tüm eşyalarını yükleyerek çekmiş pazar yerindeki büyük kayanın dibine ve çıkıp oturmuş yeni semerin üstüne. Pek de havalı ve rahatmış gerçekten de semer. Tarlalar, yazılar, dereler, bostanlar derken köye sadece birkaç kilometre kala eşek aniden yere çökmüş. Hüsnü Dede’nin deh deh diyerek değnekle bir iki kez vurması bile eşeği canlandırmaya yetmemiş. Semerinden kalkan Hüsnü Dede eşeğinin kendisine melul melul bakan o güzel kara gözlerinden ölmek üzere olduğunu anlamış. Birkaç dakika içinde de eşek son nefesini vermiş. Eşeğinin ölmesine o kadar üzülmüş ki Hüsnü Dede yeni semer alabilmiş olmanın sevincini bile unutmuş, göz yaşlarına boğulmuş. Ne de olsa o devir köylerinde eşek, günümüzde elimiz ayağımız olan arabalarımız gibiymiş. Düşünsenize bir, kaskosu olmayan arabasının perte çıkması karşısında bir daha yerine başka araba alamayacak bir gariban neler hisseder? Onun gibi hatta ondan da daha betermiş köy yerinde bir çiftçinin eşeksiz kalması. Kanatları kırılmış kuştan farksız olurmuş o devirlerde eşeğini kaybeden bir köylü. Tüm eşyalarını semeriyle birlikte sırtına zar zor yüklenen Hüsnü Dede büyük bir üzüntü, keder ve yorgunluk içinde düşe kalka köye doğru yürümeye başlamış. “Bu nasıl bir dünya böyle Allah’ım!” demiş kendi kendine. “Önceden eşek vardı semer yoktu; şimdi semer var, vuracak eşek yok,” diyerek cık cıklar eşliğinde harap bitap evine zor girmiş.
Konu kıtlığı yaşandığında yemek sofrasında anlattığı semer hikâyesi buydu işte. Şimdi de Selim’e sorduğu soruyu mu merak ediyorsunuz? Artık o da başka bir sofra sohbetine saklansın, olur mu? Baksanıza masada yiyecek hiçbir şey kalmadı.