Yolculuğumun meramı; pötikareli top. Kız kardeşimin, günlerdir hayalini kurmaktan başını
yastığa koyamadığı; pötikareli top. Benim de neye benzediğini merak ettiğim; pötikareli top.
ilk defa duyduğum bu kelimeyi, kendi kendime söylemekten zevk alıyorum. Pötikare,
pötikare diyerek adımlarımı atarken, üzerimde gezinen düşünceleri tahmin edebiliyorum,
“deli bu ayol”. Halbuki, onlar da benim gibi yeni bir kelime öğrenmenin zevkine varsalar, her
şey çok pötikareli olabilirdi. Sonra birden kediler yalanmaya başlıyorlar; sırt üstü, ön iki
patinin yerde, sağ patinin ya da sol patinin havaya kalktığı, ortasından bir kuyruğun geçtiği
şekilde. Birdenbire bu şekle bürünüp yalanmalarının sebebi tartışılır. Bana göre: bir
tiksintinin, törensel karşılığı. Cadde boyunca yürüyen ayakkabıların çıkardığı seslere
kilitleniyorum, onca sesin arasından bir ben duyuyorum sesleri, bir de karıncalar. Onlar
karşılığında ölüyor. Ben, beni bilmedikleri için yaşıyorum. Suratımda mola veren rüzgârla,
kafamın uçmasından korksam da, o denize çıkan yolda yürümeye devam ediyorum. Sanki
birden, biri zorla kafamı gökyüzüne doğru kaldırıyor: yağmur yağmak için can atarken, güneş
ittiriveriyor keratayı. Bir keresinde, “kerata“ kelimesini, hava olsun diye ustamın ve
müşterilerinin yanında kullanmıştım. O da bana: “Ne biçim konuşuyon lan büyüklerinin
yanında!” diye çıkışmıştı. Ne biçim konuştuğumu bilmiyordum, sormadım da zaten. –ustalara
soru sorulmaz!-
Sonunda, denizin üstünde oynaşa oynaşa duran vapura ulaştım. Karaköy’den, Üsküdar’a
gidecektim. Sadece orada çok güzel toplar satan bir dükkân varmış. Pötikareli topu ancak
burada bulabilirmişim. Burada yoksa asla başka yerde olmazmış. Bunları, elli kere dinledim,
elli kere de “tamam” dedim. Eminönü’den esen, rıhtımda kokan balık karnımı acıktırıyor.
Aman! acıkacak başka zamanı bulmalıyım, param pötikareli topa yetmezse kardeşimden bir
araba dolusu laf işitirim. Kıyıyla vapurun kesiştiği yerde, taşların içinde büyümüş yosunlar da
gelmek istiyor bizimle. Ama benim, onlar için biletim yok. Kız kardeşimi hayallerine
kavuşturacak kapı açılınca görevli sola çekiliyor, itiştirile kakıştırıla içeri giriyorum. Sanki kız
kardeşim değil de, beni itiştirip kakıştıranlar hayallerine kavuşacak. Herkes en güzel yeri
kapma peşinde. Ben ise, Anadolu’dan gelen gurbetçi gibi kalakaldım ortada. Ama ne yazık ki,
“düstursuz“ kelimesi benim üzerime yapışıyor. Arkamdan ittiren kadın, “ne öyle dikiliyorsun,
sığır gibi” deyince anlıyorum. Nihayetinde, kıçım sağlam bir yere oturunca, kelime hazinemi
dolduracak kelimelere hazır ediyorum kulaklarımı. Fitilli kadife kumaşlı kabanımın; sağdaki
iç cebinden, çalıların arasından bulduğum “ikinci el deri” ile kapağını kapladığım, defterimi
çıkarıyorum. Deftere, her elimi vurduğumda canlanacak korkusuyla. Önce, bildiğim tüm
kelimeler, bana inat söyleniyormuş gibi çarpıp çarpıp duruyor kulaklarıma. Sanki kulaklarımı
patlatsam daha iyi duyacakmışım gibi, geğirip nefesimi tutuyorum. Kulaklarımdan çıkan, “fıs,
pıs, tıs“ ya da hiçbiri olan sesler, bana dünyadaki tüm sesleri duyabileceğim, uyarı gibi
geliyor. Denizin dalgalarında da bir ses var, ama onu tanımlayacak harfler bir araya gelemiyor
bende. Benim bunun üzerinde çalışmam lazım. Bazen düşüncelerimin önüne, öncelikler
gelince, diğerinden uzaklaşıyorum. Sonra başka bir şey dikkatimi dağıtıyor. –Simiiit çaaay-
diye seslenince adam, dünyanın en güzel ikilisi olduğunu söylüyor, oradan biri. Bana kalırsa,
dünyanın en güzel ikilisi, ben ve kız kardeşim, bir de“simit-ayran”. İhsan Yüce de “Ekmek,
şarap, sen ve ben, bir de sabahın dördü” diyor. Tabii, bunlar ikili sayılırsa. Kulaklarım, asıl
görevini unutmamalı. Aynı taktiği kullanıyorum, buna da “kulak kabartmak” diyorlar. Her
eylemin, karşılığı bir şekilde kelimelerle buluşuyor illa. Ben o arada, karşımda oturan
kadınların, konuşmalarına kulak kabartıyorum. Sarı montlu kadın, yanında oturan kahverengi
montlu kadının, tombul parmaklarına taktığı yüzüğü okşayarak: “ooo baya yalabıkmış“ diyor.
Yalabık mı? Güzel mi, çirkin mi demek? Ne bu yalabık? Çirkin olamaz, çirkin olması için
yüzüne o,“bed” suratı takınırdı. Oysa, limon ve kahve ikilisi keyifliydi. Mutlaka, hoş bir
anlamı olmalı.
Vapur daha kıyıya yanaşmadan, insanlar, kıyıyı görenlerin peşinden çıkışa birikmeye
gidiyorlar, limon ve kahve dâhil. Ben de; belki biraz daha umursamaz görünmek için, oldukça
yavaş hareketlerle, fitilli kadife kumaşlı kabanımın cebine, ikinci el deri kaplamalı defterimi
yerleştiriyorum. Sonra, birden panikleyip hiç de belli etmeden birikmeye gidiyorum. Kapılar
açılınca, römork kapağının açılmasıyla düşen odunlar gibi, dökülüyoruz karaya. Meydandaki,
onca sesin arasında “simiiit” sesi, dikkatimi dağıtmak için burada. Ama ben, kız kardeşimin
sesini kulaklarıma, Kız Kulesi’ni de arkama alarak yürüyorum, pötikareli top yolunu.
Yanımdan onlarca insan, caddeden onlarca araba geçerken, düşündüğüm tek şey; kız
kardeşimin suratındaki gülümseme. Biri yine, kafamı sağa çevirmem için dürtüklüyor
şakağımdan. Sonra “buldum!” kelimesi, içimden çıkıp dışımda yankılanıyor. Camında, altın
yaldızlarla: “Topçu”, yazıyor. Evet, başka ne olabilirdi ki, top satan bir dükkâna, ancak
“Topçu“ ismi verilebilirdi. Kahverengi cam çerçevelerin ardında, ışıl ışıl, belki de bir ton
rengin olduğu bir cümbüş var. Camında “Açık” yazan kapıyı ittirince, müşterinin gelişini
haberdar eden zil çınladı. Sonra, bıyıklarının uçları tütün sarısı bir adam:
-Hoş geldiniz.
-Hoş buldum.
-Pötikareli topunuz var mı?
-Pötikareli top mu olur, evladım.
-Neden olmasın, kız kardeşim hayal etmişti.