Gecenin keskinliği ile ilk kez karşılaşmıştım. Gözlerimin hiçbir şey görmeyişine şahit oldum. Bastığım yeri bilmeyerek ilerliyor, yanımdaki insanları kaybetmemeye çalışıyordum. Dağda kalan danayı kurt kapmasın, diye aramaya çıkmıştık. Ah, şehirli çocuk aklım! Sen ne bilirsin dağa çıkmayı? En sonunda ayın küçük kıpırdanışları da gidince bağırmaya başladım.
“ Ben bir şey göremiyorum.”
Devamını da serzenişle getirince birisi beni sırtımdan kaldırdı. Akrabalarımız etraftaydı fakat beni kimin taşıdığını görmemiştim. Dananın uzaktan parlayan gözlerini görünce şaşırdım. Hayatımda unutamayacağım saatler yaşıyordum. Danayı alıp aşağıya inerken gözümün göreceği kadar ışığa kavuşunca beni bıraktılar. Karanlıktan aydınlığa doğru gidiş, çocuk yaşımda aklımda kalmıştı. Boğulmak gibiydi. Yalnız su yoktu. Karanlık beni boğuyordu. Ayağımı yere bastığımda “güven duygusundan galiba” mutlu olmuştum. Ayağımızın bastığı yer ve güven, bir bağ oluşturmuş. Dana da benim gibi hissediyordur herhalde yuvasına girince.
Geceyi macerayla kapayınca uyku, yastıkla bütünleşiyordu. Yastık ve uyku. Sabahın gelişini ezanlar haykırırken evde kapının gıcırtısını duydum. Dedemin heybetiyle o kapıdan kuş gibi süzülüşü hiç inandırıcı değildi. Kimseyi uyandırmak istememişti herhalde. Beni görünce “ Git, yat!” işareti yaptı. Ben de korkudan yatağa kaçtım.
“Acaba dedem, nereden geliyordu?” sorusu zihnimde uyuyakalmışım. Derinden gelen kaşık, çatal seslerini duyuyordum. Sıcak ekmek kokusu havada geziniyordu. Onu içime çeke çeke uyandım. Yataktan kalkar kalkmaz mutfak tarafına koştum. Dedem, ev ahalisini etrafına toplamış, bir şeyler anlatıyordu. Ben de kulak kabarttım.
“ Ormana zarar verirseniz Arçura, size izin vermez.”
“ Kimdi, bu Arçura?”
Bu dağların koruyucusu diye başladı, dedem. Ormanlara, orada yaşayan hayvanlara zarar gelmesini engellerdi. Onlara kötü davranan avcıları, kahkahalar atarak at sırtında takip ederdi. Bazılarına gıdıklayarak zarar verirdi. Uzun boylu, tüylerle kaplı, orman görünümlü bir varlıktır. Kılık değiştirerek insanları kandırırdı. Onları öldürmez fakat bedenine zarar verirdi.
Bu son sözü ile benim çığlık atmam bir olmuştu. Herkes dönüp bana bakınca gözlerimi ellerimle kapadım. Dedem gelip ellerimi öpüp gözlerimi açtı.
“ Korkma, bizler yüzyıllardır buradayız!”
Evet, benim ailem doğayla dost bir şekilde yaşıyordu. O sırada dışarıdan tekerlek sesleri geldi. Birileri ya da birisi gelmişti. Erkek sesleri de duyulmaya başlayınca evin erkekleri dışarı çıktı. Gelenler bizim kavaklıkları almak isteyen firma sahipleriydi. Dedemle görüşmek istiyorlardı. Kavaklık, dedeme aitti. Ormana bitişik olan kavaklığı dedem satmak istemiyordu. Kıymetli ağaçlar vardı. Yüzyıllıktı. Atadan yadigârdı. Firma ise her gelişinde fiyatı artırıyordu annemin dediğine göre. Bu da satma isteğini artıyordu. Fakat herkesin önünde dedem vardı. Kimse ona karşı gelmezdi. Her canlı gibi dedem kurtta kocuyordu. Kavaklığın ondan sonraki durumu biraz meçhul oluyordu bu gidişle.
Onlar gidince herkes, günlük işine dağıldı. Ben de kavaklığı merak etmiştim. Kuzenlerimi de kandırıp oraya gitmek istedim. Tek başıma gidemezdim. “Ya Arçura, çıkarsa karşıma” korkusu ile çocukluğun verdiği iflah olmaz merak beni yerken bunu akıl edebilmişim. Annem, sağ olsun! Kuzenlerimde “Evet” deyince koşa koşa köyün yukarısındaki kavaklığa koştuk.
Zaman, ikindi vaktiydi. Akşama az kalmıştı. Oyalanmamalıydık. Evdekilerin haberi yoktu. Kavaklıkta esrarengiz hava hâkimdi. Ağaçlar yoğun olduğu için loş bir ortam vardı. Bu da ona kadim yüzyıllardan kalma bir suret katıyordu. Küçük kuzenim, biraz korkmuştu. Sakin olması için elinden tuttum. Kavaklığın ortasından şırıl şırıl su akıyordu. Suyu görünce hepimiz, oynamak için koştuk. Mutlu mutlu çığlıklar atarak birbirimizle su savaşı yapıyorduk. Sırılsıklam olduk. Çocukluk bu ya! Zamanın nasıl geçtiğini anlamadık bile. Kavaklık kararmıştı. Göz görecek kadar bir aydınlık vardı. Bir şeyin hareket ettiğini hissetmiştik. Görmezsin ama hissedersin. Bu öyle bir şeydi. Tabi bu durum böyle sürmedi. Hissettiğimizi de gördük. Bize doğru gelen bir karartı vardı. Küçük kuzenim korkmasın diye elini tuttum. O sırada ortalığı korkutucu bir kahkaha sarstı. Hepimizin gözleri fal taşı gibi olmuştu.
“ Evet, bu Arçura’ydı.”
Dişlerimizi çekecek diyen kaçmaya başladı. Ortalık, can pazarıydı. Ormanı rahatsız etmiştik, galiba. Kuzenlerimi kavaklıktan çıkarken görmüştüm. Aklımda kalan son görüntü oydu. Ayağımın bir yere takılmasıyla düşmem bir oldu. Gerisini hatırlamıyordum.
Yüzüme sürünen tüylerle kendime geldim. Gözümü yarı aralayınca başımda ağaca benzeyen yapraklarla sarılı bir varlık vardı. Onu görmemle birlikte avazım çıktığı kadar çığlık atmaya başladım. İstemsiz ve düşüncesizce oluyordu. Refleksti. Biraz sakinleşince dedemin sesini duydum. Koşa koşa geliyordu. Çığlığım onu korkutmuştu, galiba.
“ Bir şeyin var mı?” diye sordu. O zaman vücudumda akan kanı hissettim. Ilık ılık kafamdan kan akıyordu. Düşünce oldu, herhalde. Dedemin gözlerinde korku vardı. Arçura’nın bana bir şey yapmasını istemiyordu.
“Kavaklığı verecek misin?”
“Hayır,” dedi dedem.
“O zaman çocuğu vereceğim. Senden sonra da vermeyecek, çocuk.”
Bu sefer konuşan ben oldum.
“Neden?”
“Kavaklık, ormanla sınır. Kavaklık gidince sıra ormana gelecektir. İnsanoğlu doyumsuz. Ormanı talan ederler. Buna izin veremem. Sıra sende, küçük.”
“Tamam.”
Bu onayla birlikte ağaçların arasında kayboldu. Dedem de biraz kızgın bir şekilde beni alıp kavaklıktan çıkardı. Ay ışığını görebiliyordum. Dedemin ısırgan kokulu gömleğine yaslanmış düşünüyordum.
“Akçura iyi miydi, kötü müydü?
“ Hayır, deseydim ne olurdu?
Dedem, bu soruları duymuş gibi cevap verdi:
“ Evlat, her canlı doğasını korumak ister.”
Düşünceli biraz da üzgün bir şekilde devam etti:
“ İnsanoğlu hariç.”