Emektar saatim yediyi üç geçe çaldı. Göz ucuyla baktım, horoz ve civcivler yine yemleniyor. Niye üç geçe çaldı bu meret diyeceksiniz? Yıllardır saat gibi çalışan bu saate bir haller oldu. Geceden kurduğum zamandan iki-üç dakika ya erken ya geç öter oldu. Bir titremeler efendime söyleyeyim sarsılıp sarsılıp komodinden düşmeler…Kırk yılın sonunda miadı doluyor herhalde diyerekten hiç kurcalamıyorum. Maazallah bozulursa ondan başka hiçbir ses uyandıramaz beni uykumdan.
Bir gayret kalktım yataktan. Üç gündür evden hiç çıkmadım. Hoş elimden gelse bugün de çıkmazdım ama cuma sabahı aniden gelen bir iç sıkıntısıyla daireye gitmemeye karar vermiştim. Benim hanımın, ahiretliği ile telefon dedikodusunu rahat yapsın diye fiskosun yanına iliştirdiği berjere oturup saatin sekiz olmasını beklemiştim. Telefona cevap veren müstahdem Hasan Efendi’ye; bugün işe gelemememe sebep olan zaruri bir hal doğduğunu, bu halin son derece hususi bir mesele olduğunu ve kendisine kati surette söyleyemeyeceğimi hızlıca bildirmiş, maruzatımı daire müdürüne münasip bir dille iletmesini de eklemiştim. Yalan da değildi hani söylediklerim. Hem insanın başına iç sıkıntısından daha korkunç ne gelebilirdi ki?
Velhasıl o gün gitmedim daireye. Emekliliğime sayılı gün kalmasından mütevellit kimsenin bana adamakıllı bir iş verdiği de yoktu. Benim emektar saati kurcalamaya korktuğum gibi onlar da doğru zamanda doğru kelamı edebilme ihtimalimi pek zayıf gördüklerinden, bu ihtiyar memura ilişmiyorlardı. Aslına bakacak olursanız hiç şikayetim de yoktu bu durumdan. Neredeyse yarı yaşımdaki daire müdürü olan çelimsiz oğlanla göz göze gelmemeye azami dikkat ederek mesai saatlerimi dolduruyordum. Ama bu sabah mecburen ilk onun odasına uğramalı, gelmediğim gün hakkında esaslı bir gerekçe bulmalıydım. Halden anlamaz bu çocuğa ne demeli de başımı ağrıtmadan bu işten sıyrılmalıydım?
Ah böyle zamanlarda benim hanımı nasıl arıyorum. Öyle çenebaz, öyle dalavereciydi ki toprağı bol olsun, beni şıp diye bu dertten kurtaracak dermanı bulur, yalanları şiir gibi ezberletir, o suratsız oğlanın taş kalbini yumuşatır, hatta bana sarılıp ağlamasını bile sağlayabilirdi. Gel gör ki dedikodusunu yaptığı eş dost günahından mıdır, gün gün gezip, löp löp yuttuğu böreklerden midir bilinmez göçtü gitti genç yaşta. Ev işi bilmez sevmezdi, yemekleri de tatsız tuzsuz olur yenmezdi amma pek tatlı dilliydi, yüzü ay gibi yusyuvarlaktı. Güldüğünde elmacıkları top top, yeşil gözleri de iki ince çizgicik oluverirdi. Ah gel de böyle bir günde arama rahmetliyi.
Daireye gitme saati iyiden iyiye yaklaştıkça elim ayağıma dolanıyor. İçtiğim şu paşa çayından da bir gram tat alamadım. Ekmek desen o da boğazıma oturdu yumru gibi ne iniyor, ne çıkıyor. Belki de boşuna evham yapıyorum. O meymenetsiz müdür; müstahdem Hasan Efendi gelemeyeceğimi ıkına sıkına iletirken dinlememiştir bile. Yine kulağında telefon, gözü yalandan önündeki dosyada, ağzında sigarası gevrek gevrek gülerek savıvermiştir başından. Evet evet kesin böyle olmuştur. Elinin tersiyle çık çık der gibi terslemiştir bir de adamcağızı. Gelgelelim duymuş olma ihtimalini de hesap etmeli, konuşmaya evvela bu ihtimalin çok yüksek olduğunu tahayyül ederek başlamalıyım.
Ne diye gitmedim ki cuma günü daireye? Bu sabah bulmam gereken mazereti dert ederek çektiğim iç sıkıntısı o sabahkinden daha çok bedbaht etmiyor mu beni? Değdi mi mesaiye gitmeyip koltuklarda devrilip yattığıma, değdi mi bir insan evladı görmeden, kimsenin sesini duymadan dört duvar arasında geçirdiğim koca üç güne? Azıcık kendimi zorlasaydım o sabah daireme gider, üstünde bilgisayarın olmadığı masama oturur, tıkır tıkır çalışan diğer masalardaki memurları seyreder öyle ya da böyle saati beş ederdim. Belki bir iki dosyada akıl alma gereği duyan genç bir memur gelir, benimle hoşbeş ederdi. Ah akılsız kafam işte böyle kukumav kuşu gibi düşünür durursun şimdi.
Ben şimdi böyle hayıflanıyorum diye iç sıkıntısını hafife aldığımı düşünmeyin. Ah yaşamayan anlamaz bu belayı. Öyle bir anda yakalar ki insanı. Önce kalbine oturur tüm ağırlığıyla, sonra beynini ele geçirir. Kollarını, bacaklarını dermansız bırakıverir de iki adım atacak mecal bırakmaz adamda. Hele bir de duvarları dili olup konuşan cinsten tenha bir evde yakalamışsa seni, o kimsenin duymadığı, bir tek senin kulağını sağır edercesine dolduran sessizliğin gürültüsü; yumruk yemiş gibi deviriverir oracıkta. Yemek yedirmez, su içirmez…Kimseyle konuşacak hal bırakmaz. Öyle bir derttir ki bu; insana kendi sesini bile unutturur.
Dairenin yolunu yavaştan tutma vaktidir şimdi. Girer girmez geçerim Müdür Bey oğlumun karşısına, ucunda ölüm yok ya böyleyken böyle oldu derim, bir iç sıkıntısı sardı beni, kalakaldım evin ortasında derim. Hem şunun şurasında ne kaldı emekliliğime, hoş görür bu yaşlı memurun mazeretini.
Kimsecikler gelmemiş daha daireye, bir müstahdem Hasan Efendi işinin başında. Günaydın dedim ama öyle işe güce dalmış ki gördüğü yok beni. Daha sesli söylememle dönüp baktı da şaştı kaldı beni görünce. Anlamadı mı acaba telefonda dediklerimi? Temelli gelmeyeceğim demedim ki be adam. Cuma günü gelemeyeceğim dedim ben sana. Hoşgeldiniz İhsan Bey hayırdır demez mi? Ne hayrı arıyorsa, işimin başına geldim, bugün pazartesi değil mi? Eveledi geveledi, kızardı bozardı. Eğildi kulağıma fısıldar gibi bir çırpıda deyiverdi:
“Çıkıp çıkıp geliyorsun buraya, başımın üstünde yerin var amma sen emekli olalı beş seneyi geçti be İhsan Amca, ilacını içmeyi mi unuttun yine? Sabah sabah yorulmuşsundur, gel şekerli bir kahve yapayım sana içer de öyle dönersin eve.”
Ne kadar sustuk bilmiyorum. Gördüğüm tek şey sabahtan bir güzel parlattığım rugan pabuçlarımdı. Mahcubiyetimi, çatallaşan sesimi ve nemlenen gözlerimi saklamaya çalışarak:
“Aslında ben biraz da sizleri göreyim diye…neyse kırmayayım seni içeyim bir kahveni de öyle gideyim. Hem evde hanımın yaptığı kahve seninkinin yerini tutmuyor be Hasan Efendi.”