Kırmızıydı Perşembe ya da Pirus Zaferi / Sibel Kurtulan

Ne kadar çok ayak sesi var kulakları tırmalayan, o yetmezmiş gibi köpeklerin ulumaları… Ne zaman kesilecek bu ağustos böceklerinin çığlıkları. Hava bu kadar soğuk mu gerçekten? Üşüyorum şimdi, eskiden de sevmezdim soğuk havayı, büzülmek istedim bir çocuk gibi, büzülüp ısınmak eskiden olduğu gibi ninemin koynunda. Olmuyor, yapamıyorum, sahi ninem nerede şimdi, seslensem duyar mı beni? Bilmiyorum…

Ne kadar zaman geçti, zaman geçti mi gerçekten? Islak nemli havadan mı bilmem, bu toprak kokusu da ne? Toprağın kokusuyla zifiri karanlığa itiliyor gibiyim. Bir yanım çocuk, bir yanım delikanlı, bir yanım eksik. Ne bu şimdi ağlıyor muyum? Kulaklarım çınlıyor, karanlıktan korkmazdım, neden şimdi içim ürperiyor?

Ağlıyorum…

Ne kadar direndim bir bilsen, ne kadar savaş verdim kendimle… Kendime sözler vermiştim, verdiğim sözlere yenik düştüm, genzimi toprağın kokusu yakıyor, çok mutsuzum şu an, biliyorum, sen öğrettin bana, mutsuzluktan ölmüyor insan.

Hatırlıyorum şunu dediğimi: “Karıncalar eskitecek yolunu, çekirgeler, kurtlar, köpekler, kuşlar, börtü böcek gelecek, bir ben gelmeyeceğim yanına” ve sen diyeceksin “bir tek o, bir tek kızım gelmedi yanıma.”

Geldim…

Mutsuzum ve mutsuzluktan ölmedim.

…..

Yaşadıklarım ağırdı, omuzuma çöken ağırlığı sana yaslanarak hafifletmek istedim. Bildiğim tüm doğruları unutmak ve bir hata yaptıysam da sana itiraf etmek istedim, sen bana kapıyı gösterene kadar… Senden saklamadığım ne varsa bunu da saklamadan, gözlerine bakarak ağlayarak, ellerim titreyerek anlatmak, hafiflemek istedim, sen dinlersin diye düşündüm, dinlemedin. Ne zaman ki kapıyı gösterdin bana, ne zaman ki “ben de mutlu değilim ama ölmedim” dedin, orada bitti tüm güvenim. “O aslında yokmuş, aslında hiç olmamış ki” dedirttin.

O gece nasıl kaçar gibi gelmiştim sana, ne kadar soğuk bir geceydi. Ayağımda çorap yoktu, sen fark etmedin. Ne kadar çaresizdim, içime çamaşır giymeyi, üzerime ceket almayı düşünememiştim. Çocuğumu yatağından kaldırmıştım, o uyku sersemi, ben ise… Bir umutla çalmıştım kapını, evden çıkarken ağlamaktan kısılmış sesimle sana derdimi nasıl anlatırım diye düşünürken, elime geçen küçücük kağıda “çok mutsuzum” yazabilmiştim. Okursun ve anlarsın, kol kanat olursun… Öyle olmadı, yanılabileceğim hiç aklıma gelmedi. Gece bitmek üzereydi, sabaha ilerliyordu zaman, yorgundum.

Canımın diğer yarısı, kendini manevi huzura kaptırmış, kafasını bir o yana bir bu yana sallarken elinde tespihiyle, sen saçma sapan bir kanalın yine saçma sapan programını seyreder gibi yapıyordun. Gözünün ucuyla bile bakmadın bana, o an pişman oldum, o an bittin aslında. Elimdeki kağıdı okuduğunda ne dedin bana hatırlıyor musun? “Ben de mutlu değilim ama kırk senedir idare ediyorum, sen de edeceksin, mutsuzluktan kimse ölmedi sen de ölmezsin.”

…..

Çocuk yaşlarımdaydım, kardeşim doğmamıştı henüz, canımın diğer yarısına ettiğin hakaretler, bir kapanıp bir çarpılan kapılar, kırılan camlar, bir hamleyle yerle bir edilen sofralar ve anlamını bilmediğim konular yüzünden çıkan kavgalar. Korktuğum, korkudan ne yapacağımı bilemeyip, demir ayaklı, turuncu sandalyenin altına girip saklandığımı düşündüğüm zamanlar, oracıkta ben ağlarken, beni kimsenin görmediğini düşünmek… O lanet turuncu sandalyenin altında yaşadığım mutsuzluk ve korku da beni öldürmemişti haklısın. Bir keresinde ettiğiniz kavga yüzünden üç gün ayaklarımın tutmadığını ve yürüyemediğimi hatırlıyorum, o zaman da mutsuzdum ve evet mutsuzluktan ölmemiştim. Kendimi şu an şanslı mı hissetmeliyim, bilemedim.

Hayat arkadaşının seni yerden yere vurduğu, seni alay konusu edip anlattığı ve birilerini senin arkandan güldürdüğü, benimse senin için ağladığım o anlarda da ben mutsuzdum ve ne kadar tesadüftür ki ben o zaman da mutsuzluktan ölmemiştim.

Ettiğiniz kavgalarınıza şahit olduğumda, sinirle yere atıp kırdığınız bardakların üzerine basmamayı öğrendiğimde de mutsuzdum. Hiç fark ettin mi, kavgalarınızı hep yanımda yaptınız, çekinmediniz. Küfürler, hakaretler, ağlamalar, şikayetler ama hiç yanımda barışmadınız biliyor musun? Kavga nasıl edilir çok iyi öğrendim de bir tek nasıl barışılır onu öğrenemedim sizden, görmedim duymadım hiç. Kavga nasıl bitmeli, nasıl yoluna girmeli yanlış giden ne varsa… Zamanla kendimce öğrendim. Kavga ede ede sonunu mutluluğa erdiremeden, çözümleyemeden, kabullenerek öğrendim, nasıl barışıldığını, kırılan kalbin nasıl onarıldığını bilmeden kırıp döküp ve kırılıp eksilip tamamlanamadan öğrendim. Mutsuzluğu çok güzel öğrendim, ha bir de mutsuzluktan ölünmediğini.

Bir gece eve video çalar getirmiştin, bir de film kaseti, komedi filmi olduğunu söyledin. “Gülsene kızım, bu filmi izlerken gülmen gerekiyor, çok komik” dediğinde senin de gülebildiğini gördüm. Ben oturduğum yerde anlamsızları anlamlandırmaya çalışırken, senin omuzuma değerek “hadi gül” dediğinde yalandan da olsa gülmeye çalışıp, gülerken ses tonumu ayarlayamadığım için yediğim azarla mutsuz olup, mutsuzluktan ölmemeyi öğrenmiş oldum. Evet insan hiç bir zaman mutsuzluktan ölmüyormuş.

Çocuk hallerimden aklımda kalan, ufak tefek hatıralarımda olan ne biliyor musun? Ne zaman akşam yemek saati gelse, üçümüz ne zaman sofraya otursak benim yüreğim sıkışırdı, çünkü sen hep sofrada bir eksik, bir kusur arar bulurdun ve o yemek zehir olurdu bize. O zamanlar anlamıyordum, adını koyamıyordum, şimdi yaş aldıkça senden uzaklaşmama sebep olmuş tüm bu yaşananlar, fark ediyorum. Çocukken akşam yemek saati hiç gelmesin isterdim, şimdi de hiçbir şey değişmedi, seninle aynı sofraya oturmak istemiyorum. Hep bir kusur, hep bir gürültü, hep bir itiş kakış, bu huyundan hiçbir zaman vazgeçmedin.

Ayak sesinden tanırdım seni, sen daha zile basmadan ya da kapıyı sen açmadan açardım. Islık çala çala çıkardın merdivenleri, hala kulağımda adımlarının sesi. Bazen saklanırdım, ara da bul beni diye, arar bulurdun, az gıdıklar, az oynar, az eğlenir, sofraya öyle otururdun. Özlerdim sen işteyken içime doya doya çekemediğim kokunu. Gerekli miydi o baba kokusu, bence gerekliydi, ama ben o kokuyu hissedemedim.

Ben de gelmek isterdim seninle iş yerine, sen istemezdin. Canımın diğer yarısı da bırakmazdı zaten ama ben yine de gelirdim yanına, merdivenlerin ışığını yakmazdı annem, korkayım da inemeyeyim diye, boyum yetmezdi, yakamazdım. Gözlerimi yumar körebe oynar gibi yapar yine de inerdim, gelirdim yanına, sen mutlu olur muydun, olmaz mıydın? Bilmiyorum. Ben mutlu olurdum, bu mutlulukla yetinmek de yetmiyormuş aslında, bunu da öğrendim.

Bir gece, kalabalık aile buluşmalarımızdan birinde neyi öğrenmiştim biliyor musun? Ölümü. Beni göstererek dediğin sözler hala kulağımda, ölümden sonra da hayatın devam ettiğini o yaşta öğrenmiştim. “Ölüm gerçek, gün gelecek bu da ölecek, alışır insan, üç gün ağlar beş gün ağlar ömür boyu kimse kimsenin yasını tutmaz” dediğinde benim yokluğumun acısının sende hiç bir şey eksiltmeyeceğini ve yine mutsuzluktan ölünmediğini…

Dükkanımızda çalışan, senin de eski mahalle arkadaşlarından birisi vardı hatırlar mısın, bilmem. Beni tedirgin eden halleri, korkutan, hatta midemi bulandıran hareketleri olurdu adamın, bir kaç kez söyler gibi oldum sana da, inanmadın. Arkadaşındı, yapmazdı o. Ben küçük bir kız çocuğu, hayaller kurmuşumdur ya da adamın sevecen halleriymiş de ben anlamamışımdır, diye düşündün, bana inanmadın. Ben yine mutsuzluktan ölmemiştim, akıl edip de babaannemle konuşmuştum, hem seni hem de arkadaşını şikayet etmiştim kendimce ve sen adamı işten çıkarmak zorunda kalmıştın bana kızarak, aklımın ermediği şeylerdi, ama oh olsundu o adama, senin arkadaşındı, ben ise…

Hep bir gözüne girme çabası harcıyordum, bu beni yoruyormuş şimdi anlıyorum. O zaman normal olduğunu düşündüğüm, şimdi ise gereksiz olduğunu anladığım o çocuk hallerim. Acı bir gülümseme. Kare bulmaca ya da çengel bulma çözerdin bazen, ben ise gün içinde seninle hiç konuşamamanın verdiği eksiklikle bakar dururdum sana, hayrandım belki de, ilk aşkımdın benim, kim bilir… Ansiklopedi seti almıştın hatırlar mısın? Daha benim okula başlamadığım, okuma yazma bilmediğim zamanlar. Hevesle resimlerini ezberlemiştim, sonra alfabetik harflerin ne olduğunu bilmeden sıralamasını.

Çok sonraları, kardeşim doğduktan sonra, bildiğimden değildi de gözüne girmek istediğimden sen her bulmaca çözmek için eline gazeteyi aldığında, elimi çenemin altına koyup saçma sapan da olsa tahminlerimi söylerdim sana, seninle sohbet ediyormuşuz gibi heyecan yaşardım. Böyle küçük oyunlarla içinde sevgi sakladığını hissederdim, şimdi fark ediyorum ki o küçük anlık mutluluklar sadece benim çabamla olduğundan yetersizmiş. 

Arife geceleri uyuyamazdım heyecandan, sabah olacak, herkes birbiriyle bayramlaşırken, senin elini öptüğümde kokunu hissedecektim ya ben, yarı sigara yarı tıraş köpüğü kokun gelecekti ya burnuma… Neden senede sadece iki kere öpme şansı olur ki bazı kızların babalarını. Mutlu mu olurdum? O an, kısacık o an yeter miydi? Yetmemiş baba.

İlk kez, belki de son kez o kadar çaresiz gördüm seni, babaannemin öldüğü gün. Beni aramıştın “gel galiba babaannen öldü” demiştin. O kadar çocuktu ki kalbin, dayanamayıp sarılıp ağlamıştın bana. Ben o an seni bir nefes kadar yakın hissederken kendime, sana sarılmanın verdiği telaşla ağlamıştım, sen anneni yitirdiğine ağlıyordun, ben senin çaresizliğine… Mutsuzdum ve haklısın ölmemiştim.

            Neden beni sever gibi yaptın ki… Neden ben kamyon arkasındaki bazı komik yazıları okuduğumda gülemedim de ağladım? Ne demek istediğimi anlamıyorsun şu an biliyorum ve ben anlamadığına şaşırmıyorum. “Babam Sağolsun” “Babamın Gölgesi Yeter” “Babamın Duası Yeter” Sahi dua ettin mi hiç benim için? Kötü olan ne biliyor musun? Artık üzülmüyorum bile. Beni kaybettin. Mutsuz olsan da fark etmez benim için, mutsuzluktan ölünmüyor baba.

            Biliyor musun? Sen dinlemeyi seviyorsun diye dinlediğim sanatçılar olurdu. Sevdiğim sanatçıları dinlerken sana yakalanmak istemezdim, ya sen kızarsan, ya sevmezsen beni… Sadece sen seviyorsun diye yediğim yemekler olurdu, sen seviyorsun diye yemeğe heveslendiğim tatlılar. Seni mutlu edeceğim derdine o kadar düşmüşüm ki dağılmışım ama anladım ki sen mutlu olmamışsın ben de mutsuzluktan ölmemişim. 

Sen diye ağladığım, herkes gitsin de başımda o kalsın dediğim adam yok şimdi. Ölmeden mezar taşını diktim senin ve yokluğuna alıştırdım kendimi. Ne kadar acı ki buna da alıştım, mutsuzluktan ölmemeyi öğrenmek gibi bir şey bu.

Bir de neyi fark ettim biliyor musun? Senin ağzından bir kere bile “Kızım yapar” “Başkadır o” sözlerini duymadım, hiç takdir etmedin beni hiçbir konuda. Bazen için için ağlarken görürdü beni arkadaşın Salih Amca, neden ağladığımı sorardı, senin beni sevmediğini söylerdim, o da bana “sen babanın ilk göz ağrısısın” derdi. Canını yaktığımı düşünür mutsuz olurdum, bilmezdim ne anlama geldiğini ama ölünmüyor ya, mutsuzluktan ölmedim.

Kendime yettiğimi, senin hiçbir zaman yanımda durmadığını anladığım an, kafamda birçok şeyi sorgulamayı bıraktım. Korkmuyorum sensiz kalmaktan, çünkü senli zamanlarım o kadar az ki, yetinmeyi öğrendim. Sen kıydıysan bana, ben de sana kıyabilirim.

Cesaret edemeyeceğim kadar cesur, hiç olamayacağım kadar taş kalpli, bir ot kadar anlamsız ve amaçsız olmayı, duyarsız davranmayı, hepsini öğrendim, hepsini öğrettin. Ektiğini biçiyorsun, varlığında bana yokluğunu yaşattın iliklerime kadar, ben hala yaşıyorken senin de benim yokluğumu en derinlerinde hissetmeni istiyorum.

Beni tanımak için hiç uğraşmadın, duygularımız savruk, hislerimiz yoz birbirimize, içim rahat, ben yeterince çaba harcadım.

Uzağım artık sana, görülmeyen duvarlar ördüm seninle ikimizin arasına, benim boyumu metrelerce aşan duvarlar. Artık istesen de beni göremeyeceksin yanında, ben eskisi gibi değilim, olmayacağım. Bilmem farkında mısın? Bilmem taş kalbin sızlar mı? İçinde bir şeylerin eksildiğini hissettin mi? Yanındayken bile yokum aslında, sahi yokluğumu hissettin mi? İliklerine kadar bensizliği hissetmelisin. Uzatsan elini tutardım, unutmaya razıydım birçok şeyi. Yapmadın, yokluğumu hissedip bana bir adım atsaydın sana koşardım, artık çok geç, kalbim sana çok katılaştı, sen olduğun yerde kal, ben de olduğum yerde kalayım.

Hayat kısa, zaman azalmakta, gün gelecek ikimizden biri nefes almıyor olacağız. Eğer sen benden önce dünyanı değiştirirsen “ölüler hisseder” denir ya, başucuna gelip de ziyaret edeni duyar ya hani… Ben gelmeyeceğim sana, toprağını sulamayacağım, avuçlarıma alıp da toprağını, diz çöküp ağlamayacağım. “Kurtlar kuşlar geldi de bir tek kızım gelmedi, karıncalar, çekirgeler geldi de bir tek ilk göz ağrım gelmedi” desen bile, çok katılaştım biliyorum, üzülme baba, insan iki kere ölmüyor.

Hiç hesap sormadım sana geçmişe dair, hiç sorgulamadım, hep haklı gördüm, hep savundum, için için ağladım sen üzülürsün diye, üzüldüğüm günlerin sayısı mutlu olduklarımdan fazladır. Keşke yürekli olsaydın, keşke yarama tuz yerine merhem olsaydın. Kabuk tutsaydı yaram senin yanında.

Korktun, yük olmam korkuttu seni, hatalar yapmamdan korktun, ben seni üzmemek için hata yapmazdım ki baba, ben mutsuzdum ve sen mutlu etmeyi bilmiyordun, bana omuz olmak, üzüntüme ortak olmak istemedin. O yüzden belki de “kal” demedin, diyemedin.

Bana çok gördüklerin ve esirgediklerin var. Benim ise yaşarken gömdüğüm bir babam. Aslında senden sadece tek beklediğim “Yoruldun, gel burada yanımda yamacımda dinlen” böyle deseydin çok kalmazdım, az soluklanır varlığını hisseder döner giderdim. Daha huzurlu ve kendimi daha güçlü hissederek giderdim. Olmuyormuş, mutsuzluk öldürmüyormuş baba.

Bilmeni isterim, ben evlat oldum, genç kız oldum, gelin oldum, eş oldum, anne oldum, katil oldum, yeri geldi yosma oldum da, bir tek… Mutsuzluktan sen ölmemişsin ya baba, ben de ölmezmişim ya…

Ne çok severdim seni, sevginden kocaman bir dünyam vardı benim. Sana olan sevgim, bana ait gizli dünyamda saklı, çocukluğumda…

Uzandım tutmaya çalışıyorum çocukluğumu

Perdeler iniyor gözlerime, yorgunum

Yok yok, korkmayın, öfkeleri kilitledim kalbime

Az biraz sitemim var sadece geçmişe

Karanlıklar değil de, soğuk mu acaba içimi…

Boş verin

Sessizlik mi beni çağıran

Koşa koşa gidiyorum ben çocuksu hallerimle

Korkmayın kaybolmam, dolaşıp gelirim birazdan

Titreyen ellerimle kuşları yakalama derdindeyim

Zaman su, zaman ateş, zaman ilaç

Sesin nefes, sesin masal

Büyümek istemiyorum ya da boş ver seninle büyümeliyim

“Gelinliğinle çıktın, kefeninle dönersin” tembihleriyle büyütülmüş, sancılı zamanlar geçirmiş, az biraz babasının omuzunda dinlenmek isteyen genç bir kadınım ben, çığlıklarım ne kadar sessiz ise, akan gözyaşlarım ne kadar kor gibi yakarak inse de gözlerimden, yaşım ne olursa olsun babamın küçük kızıyım ben.

            Biri mi var orada, bu ayak sesleri bana yabancı değil, kulaklarımı tırmalayan ne çok uğultu, ne çok ses var. Karanlık, soğuk, derin sessizlik. Uzaklaşıyor ayak sesleri…

            Gitme…

            Gitme, sana ihtiyacım var. Kurtlar uluyor, bir sürü ayak sesi, kuşlar, baykuş sesi mi bu kulaklarımı tırmalayan. Kıpırdayamıyorum, ellerim buz kesiyor, biraz daha kal.

            Daha yaşayacak çok yıllarımız olmalıydı, az da olsa güzel anılarım var başucumda sakladığım kar küremin içinde. Seni seviyorum babam.

Loading

Yazıyı nasıl buldunuz?

Oy için yıldıza tıkla!

Ortalama Oy / 5. Oy Sayısı

Oyu yok

We are sorry that this post was not useful for you!

Let us improve this post!

Tell us how we can improve this post?

Paylaşarak destek olabilirsiniz!
Ben Sibel Kurtulan. 01.09.1980 Manisa doğumluyum. Kendimi bildim bileli öykü, deneme, şiir yazmak gibi bir eylemin içindeyim. Yazıların içinde kaybolmayı, yazarken kelimeler ile dans etmeyi, hayatı şiir tadında yaşamayı, hayatı şiirselleştirmeyi ve yaşadığım anları deneme, öykü ve hikayelere dönüştürmeyi seviyorum. İki adet şiir kitabım Yere Düşmeyen Yağmur Damlası, Düşselce ve bir romanım okuyucularıyla buluştu Dokun(ma) Hisset(me) Konuş(ma). Nefes aldığım süre boyunca yazacağım ya da yazdığım süre boyunca nefes alacağım.
Yazı oluşturuldu 9

Bir yanıt yazın

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön