İSTANBUL
Sarsak adımlarla indi dar ve dik yolları. Amaçsızca oradan oraya savruluyordu. Yanından geçen simitçi çocuktan bir simit istedi. Çay iyi giderdi yanında. Çocuğa teşekkür edip:
-Kaç yaşındasın evladım?
Çocuk:
-Ne yapacaksın amca.
-Bak terbiyesize.
Çocuk:
-Git işine be amca sabah sabah çattık ya!
Önünden vızır vızır akan trafiğe aldırmadan geçti karşıya. Buna kendisi de şaşırmıştı. Boş vermişlik, korkusuzluk böyle bir şeydi demek.
Gözleri yeni yıl süsüyle bezenmiş vitrinlere kaydı. Işıl ışıl. Capcanlı. Albenili.
‘’Ah şu sistemin oyunları yok mu? İnsanı almasa da aldırası, satmasa da sattırası geliyor. Diye iç geçirdi.
Arkasından bir ses:
-Vay! Hüseyin Abi! Sabah sabah seni yollarda görmek ha… Arabana ne oldu?
-Aa! Nedimciğim, sen miydin? İstanbul’un sabah havasını çekiyorum ciğerlerime. Canım, bu gün arabayla çıkmak istemedi. Trafik malum. Üstüne bir de park bulma derdi. Boş verdim anlayacağın.
İçinden dünyayı boş verdim ben Nedim. Arabayı mı boş vermeyeceğim dedi.
-Eee! Sen neler yapıyorsun bakalım? Uzun zaman oldu.
-Ne yapayım be Abi! Sabah iş, akşam ev… Git gel.
-Hep aynı Nedimciğim.
Nedim:
-Abi ben karşıya geçiyorum. Sana iyi günler.
-Eyvallah! Kardeşim.
Modernizm illetine ayak uydurmakta zorlanıyor insan yahu. Hem uyum sağlamasa ne yapacaksın. Günde üç öğün acıkıyor karnın. Hadi bir öğün atla bakalım. Olmaz abi olmaz. Ayak uyduracağız mecburen.
Neler düşünüyorum ben be? Hem ben değil miydim bu sabah dünyayı boş veren?