Kendi evinde bu kadar ağır tencere yoktu. Anacığının toprak tencereleri, ağaçtan oyulmatasları, tahta kaşıkları vardı. Ev halkının sayısınca bile yoktu dönüşümlü kullanırlardı bu kaşıkları.
Burada kaşıklar, tabaklar metaldi. Hiç eksilmezdi. Zaman zaman buna hayıflanırdı. Anası onu, herkes gibi telli duvaklı, saçlı püsküllü gelin edememişti. Çünkü saçları dibinden kazınmıştı. Bit düşmüştü köydeki çocukların başına. Anacığı bir sıkımlık kil bile bulamamıştı evlatlarını yıkama için. Dut yapraklarını sabun yerine kullanmıştı yine de çocukların başına bit düşmesini engelleyememişti. Sık dişli kemik tarakla da baş edemedi bu meretle. Durum muhtar tarafından ilçeye iletildi. Bir sağlık memuru, elinde mavi toz ilacı ve tıraş makinesiyle köye geldi. Çay kaşığıyla analara bu ilaçtan dağıttı.
“Bir helke suya koyacaksın. Sonra bir bez parçasıyla çocukları sileceksin.” demişti.
O sıralar daha altı yedisindeydi Arife. Tıraş edilenler arasında o da vardı. Bayramdan bir gün önce doğduğu için anası ona Arife ismini koymuştu. O yaşında ırgatlık eden anasının yerini almıştı evde. Kardeşlerine göz kulak oluyor, tandırı küllüyor, çalı süpürgesiyle yerleri süpürüyordu.
Çalıştığı kapılardan bir lokma ekmek getirecek olan anasının yolunu gözlerlerdi ağacın gölgesinde dört kardeşiyle. Baba olmayınca anne ne yapsın? Bir evin hem erkeği hem kadını olmak kolay değildi. İşini tuttuğu, ırgatlığını ettiği insanlar, ona vicdanının el verdiğince yiyecek bir şeyler veriyorlardı. Ekmeğini yaptığı evlerden yırtılan ve hafiften yanan ekmekleri alıyordu yevmiye olarak. Para olsa iyi mi olacaktı? Köy yerinde harcayacak bir dükkan yoktu ki. Kasaba desen yarım günlük uzaktaydı. Hem söylenenlere göre orada da kıtlık vardı. Seferberlik insanların belini bükmüştü.
Arife, anası eve geldiğinde hemen tandırın üzerindeki sacın üzerini süpürür, altına bir iki geven otu atardı. Akşamları soğuk olurdu dağ köyleri. Alevin rengi dahi minicik dam odayı ısıtırdı.
Ananın getirdiği yiyecekleri bir sahana koyarak akşam yemeği yerlerdi.
“Bir çuval unumuz olsa ah!” sözü her şeyi anlatırdı. Tek kat yataklarını serip içine doluştular mı. Analarının kokusu, ne denli de güven verirdi hepsine. Arife, ömrü boyunca bu sarılmayı ve ana kokusunu özleyecekti. Aklına geldikçe içinde biriken nefesi, bir defada dışarı boşaltarak rahatlamayı umacaktı. Bu sıcak ve dışarı çıkarken nefes borusunu yakan volkan gibi sıcak nefes, köyden ayrılırken birikmeye başlamıştı içinde.
Karakol köyü teftişe geldiğinde komutan, zavallı dul ananın durumuna acımıştı. Beş çocuk, babasız, tarlasız, bahçesiz, üstelik hepsi bakımsız. Hiç değilse birini kurtarmak istedi. Arife’ye uzun süre baktı. Elden avuçtan çıkmıştı. Kendi kendine bakabilirdi. Ananın ağzını aradı.
“Teyze ister misin çocuklarından birini kasabaya götüreyim. Senin durumun düzelene kadar, benim küçük bir bebem var, onunla ilgilensin. Hem hanıma da yoldaşlık eder. Bazen günlerce evime gidemiyorum.”
Ananın gözleri doldu. Bu iyiliksever adama ne dese? Hökümet adamı hem de. Evi kendisininki gibi fukara evi değildir elbet. Ciğerinden bir parçasını istiyor. Ama o ciğerparesi gitmese burada ziyan olacak. Kardeşlerine bakıyor ama sofraya da bakıyor. Bazen aç yatıyor.
“Sen daha iyi bilirsin komutan bey.” dedi bir yanı sevinirken bir yanı parçalandı yüreğinin.
Tek göz dama girdi. En yeni giysisini çıkardı bohçasından. Giydirdi Arife’sine. Kızcağız neye uğradığını şaşırmıştı. Anası bu kadar çabuk mu vazgeçecekti kendisinden. Bunu bir türlü içi almıyordu. Gözlerinden ipe dizili boncuklar gibi sıralanan yaşlar, bir bir göğsüne yuvarlandı.
Emir erinin terkisine binip at sırtında köyden çıkana dek gözyaşlarının ardı arkası kesilmedi. Kardeşlerine sarılırken, anasını bağrına basarken tek sözcük söyleyemedi. Onu tutan, konuşmasına engel olan yumruğu ata binerken bile yutamamıştı. Sanki nefesi kesilmişti, bu yumruk gibi sert şey… Boğulduğunu düşünüyordu Arife, az sonra attan düşüp öleceğini umut etmeye bile başlamıştı.
Ardına baktığında köyü küçülürken, özlemi büyüyordu. Bu görüntüye yüreği dayanmadığı için yüzünü yaverin sırtına kapattı, cılız kolları askerin beline dolandı. Artık hıçkırıklarını koyuvermişti.
Asker, bunu hissedince, ona dönerek:
“Ağlama kız, komutanın evinde çok rahat edersin. Hem istediğin zaman gelip ananı ve kardeşlerini görürsün. Fizan’a gitmiyorsun ya.” demişti.
İnanmıştı Arife. İşte o zaman derin bir nefes aldı ve bu nefesi tam olarak boşaltamadı. Hep göğüs kafesini rahatsız eden bir yumru gibi içinde hapsoldu. Komutanın evi köye epey uzaktı, yine de yürüyerek gidebilirdi. Hem komutan söz vermişti, istediği zaman anasıyla ve kardeşleriyle görüşecekti. İzin vermezlerse yayan yürüye yürüye giderdi nasılsa. Onu zorla tutamazlardı. Hele anası biraz toparlansın, el işinden kurtulsun. Haberini alır almaz feriştahı gelse durmazdı burada.
Yeri rahattı rahat olmasına ama bu evde bir yabancıydı. Anasının, kardeşlerinin tanıdık kokusunu özlemişti. Bu özlemini ancak bir çaput parçasını koklayarak gidermeye çalışıyordu. Komutanın kasabadaki evine gelene dek ağladı. Yaver, onu kolundan tutarak kuş gibi yere indirdi. Avludan içeri soktuktan sonra komutanına selam verdi, göreve devam etmek için atlarını sürüp gittiler. Avlu kapısı, büyük bir gacırtıyla kapandı. Bu evin eşiğinde Sacide Hanım, kucağında bebeğini geride tutup ona soyunmasını söylemişti. Banyo etmeliymiş. Kasabadan yardıma gelen kadının kulağına fısır fısır bir şeyler söyleyip aceleyle örtmüştü kapıyı. Kadın, Arife’ye adını bile sormadan soyunmasını istedi. Zaten neyi vardı ki üzerinde. O yaz sıcağında üstünde kendirden el örgüsü bir hırka, altında anasının giymelere kıyamadığı pazen şalvar. İki parça elbisesi çıkınca çırılçıplak kalmıştı. Kadın, su dolu yalağın içine oturtmuştu Arife’yi. Tahta fırçasıyla nasırlar gibi katmerlenmiş ayak kirlerini temizlerken:
“Ne kadar da çelimsizsin. Sen nasıl iş tutacaksın bilmem ki. Bak kızım, yalın ayak gezmeyeceksin bundan böyle. Terlik giyineceksin. Şimdi kesele kendini.” dedi.
Arife, sabunlu su ile avlunun yüksek duvarlarının güvenliğinde kendisini sabunladı. Odun ateşini harlayan yardımcı kadının çubuğun ucunda tuttuğu şey dikkatini çekti. Anasının şalvarı, kazanın altına atılmak üzereydi. Kendir hırkayı ise çoktan alevler sarmıştı. Kızcağız, alev çıngıları bedenine değmişçesine yalağın içinden yıldırım hızıyla fırladı. Ucu tutuşan şalvarı kucakladı ve bağrına bastı. Kadın, kolundan tuttu:
“Vahşi eşek gibi davranma. Bitlerini bu eve yaymana izin vermezler. Bırak, Sacide Hanım, sana daha güzellerini verir.” diye hırsla söylendi.
Arife, ucu yanık çaputu bağrına basmıştı bir kere. Kadın, onun elinden çekerek adeta söküp aldı pazen şalvarı. Yanık yerlerini kesti, sonra iyice inceledi. Yere serip arkasına önüne baktı. Bit olmadığını anlayınca bir mendil gibi pazen parçasını Arife’nin eline tutuşturdu. Edep yerlerini eliyle kapatan kızcağız, anasının şalvarından arta kalan parçayı aldı ve bedenine örttü.
“Ne edeceksin pazen şalvarı anlamam ki? Valla seni dayak arsızı ederler, haberin olsun.”
Kadın, bunları söyleyerek avlunun bir köşesine eğreti yapılmış kilere girdi. Elinde bir bohça ile çıkageldi. İçinden bir sürü pırtı çıkarıp ortaya döktü. Arife’ye uyabilecekleri bir kenara ayırdı, gerisini tekrar bohçaladı.
“Al giyin, içinden sana uyanları.”
Yerden aldığı elbiselerle birlikte kilere girdi kız. Az sonra dışarı çıktı, hepsini üst üste giymişti. Kadın bir kahkaha attı ama bir şey demedi. Arife, bir daha bu kadını hiç görmedi. Artık onun yerine işleri kendisi yapacaktı. Bir söyleneni iki etmiyordu. Bu ağır tencereleri nasıl kaldırdığına, yıkadığına, içinde yemek yaptığına yalnızca görenler değil, kendi de hayret ediyordu.
Çelimsiz elleri, minik parmakları, bu eve geldi geleli enlileşmişti. Sacide Hanım, Arife’ye güvenip ikinci kez hamile kalmıştı. Bütün gün aşeriyor, yatağından nadiren kalkıyordu. Arife, daha kucak bebeği sayılacak kadar küçük olan Yusuf’u sırtına bağlayıp, ev işlerini kotarıyordu. Komutan eve ara sıra uğruyor, banyo yapıyor, biraz uyuyor ondan sonra tekrar devriyeye çıkıyordu. Arife, bu hengame içinde anası ve kardeşleri aklına düşünce içinden yılan gibi kayan bir sızı geçiyordu.
Onları özlediğini, görmek istediğini kime söyleyebilirdi ki. Alıp başını gitse köylerini bulabilir miydi? Fakat bu insanlara gönül borcu vardı. Üst baş, aylar boyunca yeme içme… Biraz daha sabır deyip geceleri yatağında anasının şalvarının parçasını koklayarak uyuyordu. İçinden taşan denizi bu paçavranın üzerine akıtarak.
Günler geçmek bilmiyordu ama geçti gitti. Sacide Hanım doğum yaptı. Kıvır kıvır saçlı bir kız çocuğu dünyaya geldi. Adını Şeyda koydular. Bir ya da iki yıl sonra komutanın tayini çıktı.
Arife, kendi köylerine yakın bir yerlere gideceğini hayal ederek içten içe umutlandı. Görüştüğünde anasına vermek üzere hazırladığı çıkını gözden geçirdi. Kaput bezinden şeker ve un torbalarını sakız gibi yıkayıp katlamıştı. Kardeşlerine kıyafet dikerdi anası. Kendinin iyi kötü kıyafetleri vardı. Hem de leğende, sıcak sularla sabunla yıkanmış kıyafetler. Arasına çamaşırdan artan sabun kırtıklarını da koymuştu. Yumuşacık, mis gibi. Anası nasıl da sevinecekti. Göç günü gelip çattığında bunları yanına almayı unutacağından korkuyordu. O yüzden kilerdeki bulgur torbalarının üzerine koydu.
Arife, cılız kollarıyla bohçalamış olduğu eşyaları, denk ettiği yatağı- yorganı ve kap kacağı taşıdı. İlk kez gördüğü motoru homurdanan askeri kamyonun arkasına taşıdı. At arabasından başkaca taşıt görmeyen Arife, şaşkındı. Bu homurtulu, dört tekerli araç, köylerinden geçecek miydi?
Kendi yüreğinin gümbürtüsünden konuşulanları duymuyordu. Komutan, emir erine o da Arife’ye komut veriyordu. Sacide Hanım, biri kucağında biri yanında iki çocukla avludaydı. Kucağındakine meme veriyordu. Arkasını dönmüş, hasır bir iskemleye oturmuştu. Arife, işleri kotarıyordu nasıl olsa. Yusuf da annesinin eteğinin dibinde bayramlık pantolonunun cebindeki çerezleri yemekle meşguldü. Eşya taşınma esnasında Arife fırsat bulup emir erine aklındaki soruyu sormalıydı.
“Abi, anamı görebilecek miyiz?” diyecekti. Bir türlü fırsat bulamadı ama. Eşyaların askerî kamyona yerleştirme işi bitti. Arife, eşyaların olduğu kısma bindirildi. Ya şimdi sormalıydı soruyu ya da bir daha fırsatı olmazdı. Çekinerek, kendini koltuklarının altından tutup tıpkı köyden gelirken kaldırdığı gibi kuş gibi kamyonun kasasına atan askere gözleri parlayarak sordu.
“Abii, anam…”
Kızcağızın daha sözü bitmemişti ki asker başını öne eğdi.
“Ne oldu ağabey, söyle nolur?”
Bir iki yutkunduktan sonra gözleri dolan asker, zorlukla konuştu.
“Diyorlar ki sizin köye kıran girmiş. Kolera illeti. Girmemiz yasak. Karantinaya almış hükümet. Sağlıkçıların haricinde kimse giremiyor. Hastalığı yayarız diye. Diyorlar ki…”
Hem üzüntüden hem de komutanın uyarısı dolayısıyla daha fazla konuşamadı emir eri. Arife, donup kalmıştı. Kamyon hareket ettiğinde az kalsın sırt üstü devrilecekti. Eşyalara tutunarak düşmekten kurtuldu. Dünya hareket etmeyi unutmuştu. Yalnızca içinde eşya dolu bu kamyon, bozuk çakıl yolda istemeyerek ve hıçkırarak ilerliyordu.
Kamyon tren garına girene kadar Arife, sünüp giden yolun başına takılı bakışlarla sabit bakmaya devam etti. Henüz yutamadığı yumruk gırtlağında daha da büyümüştü. Yumuşaklığını yitirip metalik bir dokuya ve tada bürünmüştü. Bedeninin her zerresinde bu metalin zehri yürüyordu. Beynine hücum eden düşünceler, yer altına sızan sular gibi durmadan yer değiştiriyordu.
Kamyonun kasasından ruhsuz, sessiz indi. Garda ne kadar süre beklediklerinin ayrımına varabilecek bilinçte olmadığından ve zaman mevhumunu yitirdiğinden sonsuza doğru yol aldı düşünceleri. Bir Yusuf’u bir Şeyda’yı kucaklamasa bu dünyada olduğundan bile şüphe duyacaktı.
Trene bindikten sonra yüzyıl yaşamış ve hiç uyku yüzü görmemiş gibi yorgun hissetti kendini. Muşamba sedire başını koyar koymaz uyudu, bir daha uyanmamayı dileyerek. Dileği kabul olmamıştı. Sacide hanım, onu kolundan sarsarak uyandırdı.
“Haydi Arife kalk. Burada inmek zorundayız. Tren birazdan hareket edecek.”
Uyku içindeki sıkıntıyı gidermese de hafifletmişti. Anası, kardeşleri ölmüşler miydi? Bu düşünce aklına gelir gelmez, yaz sıcağında üşüdüğünü, sırtının ürperdiğini hissetti. Bohçayı kavrayıp yataklı vagondan çıktı. Koridorda yürürken bohçanın en üstünde duran anasının şalvarından kesilen pazeni çıkarıp kokladı. Anası kokuyordu, güven kokuyordu, açlık- sefalet kokuyordu. Tüm bunlar Arife’nin varlığını ispat edercesine keskin kokuyordu.
İki çocuk, anneleri ve Arife, yanları damalı hususi bir arabaya yöneldiler. Tıpkı arabanın damalarına benzeyen bantlı bir kasket takmış olan şoför, arabanın arka kapısını açıp Sacide Hanım’ın binmesini bekledi. Şeyda’yı Arife’nin kucağına verdi. Yusuf zaten ondan ayrılmazdı.
Şoför, arka kapıyı açıp Arife’yi buyur etti. Uyurgezer adımlarla davete icazet etti kızcağız. Başka zaman olsa böyle bir sahneyi zihnine kazımak istercesine gözlerini dört açardı. Şimdi bir ölününki kadar sönük bakışları, ayaklarını sürüdüğü yeri görmekten bile acizdi. Arka koltukta biri oturuyordu.
“Hoş geldiniz, kızım.” deyince Arife, istemsiz bir şekilde başını sallayıp yaşlı kadının elini öpüp alnına koydu. Sacide ile yaşlı kadın bir şeyler konuşuyorlardı ancak o, duyamıyordu. Beyni buruşturulmakta olan bir kağıt gibi hışırdıyordu. Sacide Hanımın bir ara yaşlı kadına “haminne” diye hitap ettiğini duydu. Saygılıydı bu hitabında bile. Hatırı sayılır biri olmalıydı yaşlı kadın. Rüya ile uyanıklık arasında gitti geldi Arife. Çok geçmeden hususi araç durdu. Hepsi indikten sonra şoför, hanımlara yardım edip vapur iskelesine kadar onlara eşlik etti.
* * * *
Yalpalayan vapur, midesini bulandırmıştı. Haminne, Arife’yle yan yana oturdu. Onun halini pek beğenmedi. Yüzü allak bullaktı.
“İlk kez biniyorsun vapura herhalde.” dedi “Zamanla alışırsın. Neydi adın kızım senin?”
“Arife.”
“Arife neymiş canım şöyle modern bir isim lazım sana. Mesela Münire. Ben bundan sonra sana Münire diyeceğim.”
Arife, Yusuf’u haminnenin yanına oturttu. Şeyda annesiyle tam karşısındaydı. Kendini iyi hissetmiyordu. Yüzünün sarı yeşil olduğuna aldırmadan vapurun kenarına yaklaştı. İçi dışına çıkmıştı. İçinde safra gibi biriken öfke artık durdurulamazdı.
Vapurun sedirlerinde oturanlar, denizin üzerine çarpan bir ses duyduklarında irkildiler.
“Denize düştü, denize düştü!” diye bağıranlar vardı.
Arife’nin bohçası, tüm geçmişiyle köpüklerin arasında bir görünüp bir kayboldu. O Arife’ye aitti, köklerini unutmaması için kokular yayıyordu. Üstelik onu vereceği kimsesi yoktu, kendini denizin ortasında doğduğu topraklardan uzakta öylesine yalnız, öylesine kaybolmuş hissediyordu ki. Adı ha Arife olmuş ha Münire fark etmezdi. Boğazına düğümlenen yemyeşil zehri, boğazın sularına boşalttı. Sonra bundan sonra yaşayacaklarını kabullenmişçesine, çaresizce haminnenin yanında boş kalan yerine döndü, oturdu. Haminne ona gülümsedi. Kırışıkları daha da çoğaldı gülümserken.