Saçlarındaki sarı bukleleri kulaklarının arkasına atıp yutkunmanı izliyorum. Sessizce yemek masasının önünde, ayakta dikiliyorum. Derin bir nefes alıp konuşmaya başlıyorsun:
“Yaşlandın. Öldüğünü düşün. Bir gün olacak değil mi? Yokluğunla başa çıkamam… Düşlerimde yaşattığım bir gelecek vardı bize dair. Ama benimle evlenmeden önceki geçmişini, acılarını, saçlarını beyazlatan nedenleri hala bilmiyorum. Yüzündeki çizgileri armağan eden yaşamının nasıl geçtiğini hiç anlatmadın bana. Ne yapabilirim? Gözlerindeki yorgunluk, nefes alırken çatallaşan sesin, öksürüklerin… Çocuk da hep tedirgin. Babam ölecek mi deyip duruyor. Bilmiyorum… Gençtim, tecrübem yoktu. Depresiftim. Hayatımın senin yer almadığın bölümleri karanlıktı. Işığım oldun bir süreliğine. Aydınlığa hasret göz kapaklarımı öpen dudaklar senindi, evet… Eskiden fazlasıyla parlaktın, aşkımdın, gözlerim ışığınla kamaştı sana her baktığımda. Ama artık sadece karanlığını gösteriyorsun. Bu evliliğin sürmesi ikimize de ceza. Oğlumuzu istediğin zaman görebileceksin.” Bu cümleleri söylerken, boşanma sözleşmesini imzalamam için kalem arıyorsun. Beş yıl süren evliliğimiz bitiyor mu? Dengemi yitirir gibi olunca sandalyeye tutunuyorum.
Evliliğe ikna ederken yaptığın gibi kandırıyorsun beni, yine kelimelerle oynuyorsun. Yazar olan benim hâlbuki. Yatak odasına gidiyorum, peşin sıra. Hazırlanmanı seyrederken bunun, senin ölüm provan olduğunu hayal ediyorum. Başka türlü kendimi avutamam. Bavula birkaç parça kıyafet koyuyorsun telaşsız hareketlerle. Bir mezar kazılıyor senin için, içimde bir mezar bekçisi yüreğimin toprağını kazıyor. Kan fışkırıyor küreğin her bir hamlesiyle. Kuruyan kan, çabucak pıhtılaşıyor. Şu an gömülüyorsun derinlere. Mezar bekçisi kapatıyor toprakla üzerini; böcekler, yılanlar, fareler, pusuda bekliyor. “Oğlanın bavulu hazırdı, kalanları aldırırım” diyorsun.
Oğlumu da götüreceksin. Odasında oynuyor oğlum, ona aldığım doğum günü hediyesi legolarıyla. Onu almana engel olacak gücüm yok. Senden epeyce büyük olduğumu da biliyordun tanıştığımızda. Onu istediğim zaman görebileceğim. Ama zihnimde gülden bir bahçeye hapsedeceğim. Gül yapraklarıyla bezeyip seyredeceğim. Senin mezarına uğradığımda o bahçedeki güllerden getireceğim. Hareketlerin hızlanmaya başlıyor. Bavulun fermuarından çıkan ses, hocanın “el Fatiha” demesine benziyor.
Çaresizce, seninle göz göze gelmemeye çalışıyorum. Salona geçiyorum. Camdan dışarıya bakıyorum. Pencereye vuran kar taneleri içimi üşütüyor. Apartmanın girişine gri bir Mercedes yanaşıyor. Sürücüsü iniyor. Onu tanıyorum. El yazılarımı bilgisayarda temize çeken oğlandı. Şimdilerde gölge yazar olarak yaşamını kazanıyormuş. Tedirgin görünüyor, telaşlı bir hali var. Sürekli saatine bakıyor. Başını kaldırınca bakışlarımız karşılaşıyor. Tekrar arabaya biniyor. Telefonun çalıyor, açıyorsun. Bağırıyor sana telefonda, tüm söylediklerini rahatça duyabiliyorum. “Geç kaldım.” diyor sana. “Tamam.” diye cevaplıyorsun onu, kısık sesle. Oğlumun halıya sürten çocuk ayakları yanıma yaklaşıyor. Elinde tuttuğu lego parçasını bana uzatıyor. Avucumda sıkıyorum. Bavulları sürükleyip, çocuğu hafifçe çekiştiriyorsun. “Gidiyoruz oğlum, bay bay yap babana”. Paltosunu giydiriyorsun. Kapıda usulen sarılıp vedalaşıyoruz.
Asansörün düğmesine basıyorsun.