Annesiz ve babasız büyümenin ne demek olduğunu iliklerine kadar öğrenmişken bulunduğu yerin büyük bir uçurumdan farkı yoktu. Yüreğinin kıyısına vuran şiddetli hüzün dalgalarıyla baş başaydı. Kaburgalarını döven umarsız kalp atışlarının rüzgârı bedenini değil, ruhunu da üşütüyordu. Soğuk, çok soğuktu. Bunun yalnızlığın soğukluğu olduğunu biliyordu.
Şehrin titrek ışıkları sayesinde parlayan gözyaşlarının sıcaklığı ısıtıyordu yanaklarını. Kaskatı kesilen bedeni titremeye korkarken elleri cebinde hayatın nefes kesen sahnesinin kıyısında bekliyordu. Gözlerini kapatıyor, düşecek gibi olunca irkilerek geri açıyordu. Olduğu yere daha sıkı basıyordu. Hatta kökleri varmış gibi cılız bedeniyle yalnızlığına direnmeye çalışıyordu.
Annesi ve babası aklına geldi. ‘Acaba yaşasalardı nasıl bir aile olurduk,’ diye düşünürken bir şey hissedemiyordu. Çünkü varlıklarını bilerek yaşamak nedir, bilmiyordu. Yoksunluğunun içinde bir sıcaklık aradı. Her hücresinde bulmaya çalıştı, fakat daha aramaya başlarken başarısız oldu. Bu duyguya çok yabancıydı. Gerçeğin sızlattığı burnunu küçük bir çocuk gibi çekip yanağındaki nemi koluna sildi. Sonra aklındaki silik, ama sevdiği siluetlerin özlemiyle bir köz gibi yanmaya devam eden, onu yalnız bıraktıkları için daima taze kalan kızgınlığının arasında yaşadığı gelgite bir kez daha sitem etti.
Çocukken mahalle arasında koşturduğunda dizini kanatan, acısından değil, düştüğü için ağlayan buruk bir çocuktu. Annesinin saçlarını okşayıp ellerinden tutmayışına, hatta hiçbir zaman tutamayacak olmasına hep içlenirdi. Sonra dizinde değil, ruhunda açılan o eşsiz yaraya bir kez daha kendisi üfledi, çünkü hayat bunu ona ite kaka öğretmişti. Başını yana çevirip kaderinin onu çelme takıp düşürdüğü yere baktı ve ciğerlerinden koparttığı bir hırsla ağız dolusu nefretini tükürdü.
Bazen bir çocuk bazen bir anne bazen de bir baba oluverirdi tek başına kaldığı zamanlarda. Sahnedeki tek oyuncu oydu. Hata yapmış gibi boynunu büker, babasının karşısına geçer ve özür dilerdi. Kızının özrünü bekleyen babayı oynamak yine ona kalırdı. Hızla karşısında yer alıp baba kılığına girer, işaret parmağını az önce yerinde olduğu küçük kıza doğrulturdu. Bir daha yapmaması için kaşlarını çatıp sesini kalınlaştırdıktan sonra boşluğa kızardı. Nihayetinde babası kızının üzülmesine dayanamaz, eğilip boşluğu kucaklar ve kızının saçlarından öperdi.
Babasının kollarından sıyrılınca mutfaktan yanlarına gelen annesi oluverir, ellerini üzerinde önlük varmışçasına silerdi. Az önce babasından azar işiten kızına bakarken başını omuzuna şefkatle eğerdi. Anneyken daha mutlu olurdu. Aile sıcaklığını o zaman daha çok hissederdi. Karşısında kızı varmış da ona doğru koşuyormuş gibi dizlerinin üzerine çöker, yine ve yeniden boşluğu kucaklardı. Birlikte masaya oturup yemek yerler, konuşurlar, sırayla değişen ses tonlarıyla o masadan aslında kahkahalar yerine tek bir ses yükselirdi. Baba olduğunda en kalın sesini kullanır, anne olduğunda sesini sevgiyle inceltirdi. Kendi yerine geçtiğindeyse şımarık bir çocuk gibi tonlamayı ihmal etmezdi. Bu oyundan yorulunca, ona bir ödülmüş gibi verilen eprimiş battaniyeye sarılır ve uyuyakalırdı.
Çocukluğundan kalan bu sahneleri hatırladığında hissettiği yürek sızısıyla hiçbir zaman baş edemiyordu. Devrilmiş bir sokak lambası gibi yanmaya gücü yoktu, sönmeyeyse korkuyordu. Oldum olası karanlıktan korkardı. Ailesini de karanlık bir gecede kaybetmişti.
Henüz yirmili yaşlarındaydı. Sevmenin ve sevilmenin anlamını yanlış bildiği bir cümlenin içindeydi. Hatta o, devrik bir cümleydi. Fiili başta, öznesi görünmeyen belki de görünmek istenmeyen, anlamı bozuk bir tümceydi. Yalnızlığının çığlığı ile rüzgârın yönünü bile değiştirebilirdi. Yaşamaya çalıştığı hayatında bazen, gezmeye giderken komşuya emanet edilmiş bir çocuğun tedirginliğini hissederdi. Oyun oynamaya hevesli, ama bir o kadar da çekingen… Hayat zaten böyleydi; güçlü olanla, güçsüz olan aynı kulvarda değildi.
Saatlerce yürüdü. Yerdeki taşları sayar gibi başını hiç kaldırmadan sahil boyunca yürüdü. Issız bir yere gelince kayaların en yükseğine çıkıp kollarını açtı. Rüzgârı içinde hissetmek istedi. Bir adım daha attı. Bu defa soğuğun kokusu burnunun direğini sızlattı. Yetmedi, bir adım daha atacakken bir el belinden yakalayıp geriye çekti. Rüzgârın savurduğu saçları yüzüne gözüne yapışmış kendisini çekenin kim olduğunu tam seçemiyordu. Esen rüzgârın gelişine dönüp yüzündeki saçlardan tek seferde kurtuldu. Elleriyle dağılmasın diye saçlarını zapt edip yanındaki adama baktı. Ay ışığının gözlerindeki yansımasıyla genç adam da ona bakıyordu.
Sessiz ve uzun uzun bakıştılar. Bu bakışma o kadar uzun sürdü ki ikisi birden durumu fark edince ne yapacaklarını bilemediler. “Atlayacaksın sandım,” diyebildi genç adam. Kız utanarak başını yere eğdi. “Öyle bir şey yapmam.”
Birlikte aşağıya inip banklardan birine sözleşmiş gibi oturdular. Yine sessizlerdi. Kız üşüyen ellerini, ona birkaç beden büyük gelen hırkasının cebine soktu.
“Adın ne?” diye sordu. Kız, başını soru soran gence çevirmeden göz ucuyla baktıktan sonra cevapladı.
“Gece, ya senin?”
“Rüzgâr.”
İkisi aynı anda, “Güzel isim,” diye konuştu. Sesleri yankılanır gibi birbirine karışınca yine aynı an da gülümsediler. Rüzgâr, adı gibi gecenin rengini saçlarına bezemiş bu güzel kızla konuşmayı, onunla uzun uzun sohbet etmeyi o an çok istedi, ama Gece çoktan oturduğu yerden ayağa kalkmış, en çok gözlerini beğendiği bu genç adamın yanından giderken ne diyeceğini bilememişti.
“İyi geceler,” dedi yine göz ucuyla ona doğru bakarken. Nedense gözlerinin içine bakmaya çekiniyordu. Genç adam ise kız kendinden bir iki adım kadar uzaklaşmaya başladığında ayağa kalmış arkasından öylece bakakalmıştı. Gece, onun arkasından baktığına emindi, öyle hissediyor ve öyle olmasını istiyordu. Son bir gayretle seslendi.
“Yarın bu saatte yine burada olacağım.”
Gece, Rüzgâr’ın sesini duyunca durdu, fakat arkasına bakmadı. Başını eğip yine yoluna devam etti. O geceyi hiç uyumadan geçirdi. İsmi gibi kendisinin iç dünyası da karanlıktı. Açık bir gökyüzü, birkaç yıldız ya da denize vuran yakamoza hasret bir Gece’ydi o. Sadece karanlığı benimsemiş, parlayan her ışığa gözleri kapatmıştı. Zihnindekilerle yaşıyordu. Bir tek o mutlu ediyor, ailesini düşündükçe ya da onların yerine geçip oyun oynamışsa huzurla uyuyabiliyordu. Yine öyle yaptı, fakat bu defa olmuyordu. Gözbebeklerine ayın yansıdığı genç adam aklından çıkmıyordu. Karar vermişti. Yarın yine aynı saatte deniz kenarına, onun yanına gidecekti.
Her daim geçici olarak kalıyormuş gibi hissettiği evden sessizce çıktı. Gün içinde göz göze bile gelmek istemediği insanlarla kendisini aynı çatı altında yaşatıyordu. Dün gece olanlar aklına gelince gülümsedi. Üzerindeki hırkaya sıkıca sarılıp yürümeye başladı. Saat daha erkendi ve hava henüz kararmaya başlamıştı. Onun için fark etmezdi. “Evde olmaktansa dışarda onu beklerken üşümeye razıyım,” diye söylendi.
Ağır adımlarla dün yaşananların gerçekleştiği kıyıya doğru yürümeye başladı. Sadece kendisi değil, Rüzgâr da onun gibi erken gelmişti. Gece, onu aynı bankta otururken görünce heyecanlandı. Hırkasının kollarını avcunun içine iyice çekiştirip, sıkmaya başladı. Bir yandan yürüyor, bir yandan da henüz onun geldiğini fark etmeyen gence doyasıya bakıyordu. Başını sağına çevirince Gece’nin geldiğini gören Rüzgâr heyecanla oturduğu yerden kalktı.
Karşısındaki güzel kız yine başını eğmiş, bakmaktan utanıyordu. “Bu kadar erken gelmeni beklemiyordum,” dedi heyecandan titreyen sesiyle.
“Ben de seni burada bulmayı beklemiyordum.”
Rüzgâr, oturması için eliyle bankı gösterdi. Gece çekingen halleriyle bir süre bekledi sonra etrafına hızlıca göz gezdirip tanıdık bir sima görmeyince oturdu. Rüzgâr kolunu Gece’nin sırtına doğru attığında beklediği buymuş gibi başını göğsüne yasladı ve beline doğru uzattığı kollarıyla gözlerine hayran olduğu adama sıkıca sarıldı. Ardından sebebini bilmediği bir ağlama hissine kapıldı. Yine kendini yorgun hissediyordu.
Ne yaparsa yapsın yalnızdı ve bu defa ailesinde yaptığı gibi bu oyunu ileriye taşıyamamıştı. Sıkı sıkıya boşluğu sardığı kollarını gevşetti. Gecenin en sessiz saatlerinde esen sert rüzgârı kucaklayacak dermanı kollarında bulamamıştı. Üstelik üşüyordu. Denizin üzerinden esen soğuk meltem yalnızlığını umarsızca bir kere daha yüzüne vurmuştu. Rol aldığı kısacık zaman diliminde kendi başına sevilmeyi çok sevmişti, fakat devamlılığını sürdürememişti. Olmayan birini hayalinde sevmenin, ona sarılmanın saçma olduğunu biliyordu, yine de bu oyunu oynamaktan vazgeçemiyordu. Çünkü bildiği tek şey buydu. Yine üzerindeki hırkanın kollarını avcunun içine topladı ve tüm gücüyle sıkarak hayata olan öfkesini çıkardı.
Gözlerini kapadı ve denizin burnuna emanet bıraktığı kokusunu çekerek ciğerlerine hediye etti. Sonra yaşamanın anlamını sorguladı kendi kendine, yeniden ve bir kez daha. Hayat onun için tozlu bir sahneydi. Parlak, ışıklı ve bol seyircili… Bir gerçek vardı ki onca kalabalığa rağmen hayatının sahnesinde yalnızlığın tozunu yutarken onu kimse izlemiyordu. Sadece kendi yazdığı bir rolün içinde birden fazla kişiliğe bürünerek perde kapanana kadar oyununu sergiliyordu.
O yüksek kayalıkların üzerine çıktı. Onunla bir bütün olmuş hırkasını vedalaşır gibi çıkarıp bir kenara bıraktı.
Şimdi gerçekten gösterisinin bittiğini düşünüyordu. Hayatının perdesi ağır ağır kapanırken daha az önce sıkıca sarıldığı keskin rüzgârı içinde son kez hissetti. Ardından suyla gelen beton etkisini de…
Şimdi yakamozun, yosunun, dalgaların hatta balıkların rolü başlamıştı. Sıra, Gece olma sırasıydı. Rüzgâr şiddetlenmiş, gecenin karanlığı bir başka çökmüştü yeryüzüne. Ay, vedalaşmayı sevmediği için denizden yakamozunu esirgemişti. Sonra hayat perdesini tekrar araladı usul usul. Sabah olmuş sahneyi güneş ve bulutlar almıştı.
Kendisinin değil sonsuzluğun karanlığına, sonsuza kadar karışmıştı. Ne açık bir gökyüzü ne birkaç yıldız ne de yakamoza ihtiyacı vardı artık. Bir gece daha bitmişti.
Kendisi gibi siyah ve karanlık bir ‘Gece…’
Cansu Kaya