Yağmurun keskinleştirdiği, bıçağa dönüşmüş soğuk, yüzümü doğruyor. Gözlerime dolan: Deniz ya da yağmur. Belki de her ikisi. Bulanık, koyu ve karanlık denizin içinde yön bulmaya çalışarak çırpınıyorum. Kıyı? Kıyı yok! Akıntı ve rüzgârın sürüklediği, fırtınayla harabeye dönmüş, dalgalı denizde yol alan sandal gibiyim; çaresiz. Yüzmeliyim. Nereye? Fark etmez. Kara olan herhangi bir yer… Ölmeyi istemek ama ölümden delice korkmak… Ne zamandır kulaç atıyorum? … Dokuz … On …On bir… Şimşekler ve sağanak… Bu kez sesler daha yakından geliyor. Kolumu oynatacak gücüm kalmadı. Devam etmeliyim. …On sekiz… On dokuz… Gök gürültüsü…
Gözümü açıyorum. Bir türlü atmayı beceremediğim; o, otuz dördüncü kulacı atamıyorum yine. Kapatıp devam etmeye çalışsam… Faydasız! Büyü bozuluyor. Aylardır gördüğüm rüyada yine otuz dörde ulaşamadan gözlerimi aralıyorum. Böylece gerçeğe; bunaltıcı ve sıradan dünyama, geri dönüyorum. Üşenmesem küfür ederim. Bunun yerine ayaklarıma dolanan çarşaftan kurtulup; bedenimi, Karadeniz’in o soğuk sularından bu karanlık ve bunaltıcı giriş katına geri getiren sesi dinlemeye koyuluyorum.
Gürültü, salondan geliyor. Ev diye kiraladığım bu giriş katındaki bir artı bir daire; Amerikan mutfak ve bir odadan ibaret. Giriş kapısı, hem salon hem de mutfak olarak kullanılan odanın sağında ve birisi art arda sert darbelerle bu kapıyı dövüyor. Gök gürültüsü! Yüzümü ovuşturuyorum. Terlemişim… Yağmur! Geriniyorum. Kalkmam gerek. Düşünce acı verici. Çünkü, hala atamadığım o kulaçların peşindeyim.
Yataktan kalkıp, salona geçiyorum. Kapının ardındaki her kimse; ona, neden bu kadar erken bir saatte kapımı dövdüğünü sormalıyım. Nihan… Aklımdaki soruları es geçip “Günaydın.” diyorum.
“Günaydın” derken ‘ı’ları uzatıyor. Anlaşılan, canlılığı kuşanıp gelmiş. Topladığı kumral uzun saçları onu daha güzel kılıyor. Yuvarlak elmacık kemikleriyle tezat olan, Tanrının yaratırken keskin hatlarla çizdiği karakteristik yüzüne bakıyorum; makyaj yapmamış… Ama giyimi, birazdan dışarı çıkacakmış gibi: Açık mavi gömleği ve lacivert mini eteğiyle işe gitmeye hazır. Kısacık eteğinin altındaki bacaklarına ve iliklemediği birkaç düğmenin görünür kıldığı dolgun göğüslerine bakmamaya çalışırken aklıma inen düşünceleri savurmakta zorlanıyorum: “Onunla sevişmek nasıl olurdu?”
Bir yıldır tanışıyor olmamıza rağmen, aklıma gelmeyen soruyla duraklıyorum. Kaç yaşında? Yirmi üç? Yirmi beş? Sonra, aklımdakilerle hiç ilgisi olamayan o soruyu soruyorum, “Bugün günlerden ne?”
“Cumartesi!.. İçeri davet etmeyecek misin?”
Yana çekilip reverans yapıyorum, “Elbette… Buyurun Nihan Hanım.”
“Dalga geçme!”
Koyu, bulanık o soğuk sulardan, gerçeğe dönüp gözlerimi açar açmaz üzerime çullanan neşeli sesi odayı dolduruyor. Salonun ortasına gelince, üzerimdekileri göstererek; “Pes! Elbiselerinle mi uyuyorsun?”
Cevap vermeyeceğimi anlayınca, sitemkâr bir sesle devam ediyor, “Kahvaltı hazırladım. Yüzünü yıka da birlikte yapalım. Hem sana söyleyeceklerim var.”
Şimdi Karadeniz’in soğuk sularında olmak için neler vermezdim. Bu ilkti; aylardır otuz dörde, hiç az önceki kadar yaklaşmamıştım. Tam on dokuz kulaç!
Ben banyoya geçerken Nihan’a, salonda oturabileceği tek şeyi; kanepeyi gösteriyorum.
Otururken konuşmaya başlıyor.
“Ne güzel, sade döşenmiş bir evin var. Minimalist. Ben bu bir artı bir eve sığamıyorum artık. Hem, biliyor musun? Ev sahibi olacak paragöz, düdük kadar eve zam yaptı. Altı bin istiyor! Bu kıç kadar yer için, al-tı bin! Gölgemle ben anca sığıyoruz… Altı binmiş! Daha düne kadar yarısını veriyorduk. Kiraya yüzde yüz zam yapmak nedir? Şerefsiz…”
Argo sözcükleri kullanmakta beceriksiz. Küfür de edemiyor. Onun kendine özgü bir asaleti var. Ama kızmış belli. ‘Söyleyeceklerim var’ derken bunları kastetmiş olmalı. Yine kendine has canlılığıyla, bunları anlatmak için kahvaltıyı bekleyemiyor. Argolarla süslemeye çalıştığı şikayetlerini bitirinceye kadar banyoda oyalanıyorum.
O devam ediyor, “Seyfullah olacak o şerefsiz başka ne dedi biliyor musun?”
Sesini kalınlaştırmaya çalışıp ev sahibi olacak o düzenbaz gibi hızlı hızlı sürdürüyor bu kez konuşmasını, “Bu yıl; doğalgaz ve aidat kiraya dahil. Ama gelecek yıl, bunları da kiracıdan tahsil edeceğiz. Biliyorsunuz, ekonomik kriz var. Doğalgaza, elektriğe, suya ha bire zam geliyor! Biz de işin içinden çıkamıyoruz. Doğal gaza yüzde yirmi bir, elektriğe yüzde yirmi zam geldi. Gelecek ay ne olacağını Allah bilir… Kiraya zam yapmazsak biz de geçinemeyiz.”
Durup ne diyeceğimi merak edince sessizlik uzuyor. “Dinliyor musun beni?”
Yüzümü yıkamalıyım. “Evet”, derken suyu açıyorum.
Nihan devam ediyor, “Geçinemezmiş! Ulan pezevenk sırf bu blokta kırk dört dairen var! Neyine geçinemiyorsun…”
Tavandaki leke koyulaşmış. Kokuyor da. Anlaşılan üst kattaki tuvalet yeniden akmaya başladı. Öğürüyorum. Tam o sırada yukarıdan sifon çekiliyor. Borudaki sidik, bok yığını, düş kırıklıkları, yarım kalmış hayat hikayeleri, sefalet, elektrik, doğalgaz, kira ve daha başka ne varsa büyük bir gürültüyle aşağı akıp şarıltıyla dibe vuruyor. O vakit farkına varıyorum: Gök gürültüsü! Şimşekler! Sağanak! Yağan yağmur değil…
“Hey! İyi misin?”
Gitmeye niyeti yok. Midemdeki bulantıyla banyodan çıkıyorum.
Beni görünce ayağa kalkarak “İyi misin?” diyor tekrar. Elini alnıma koyup bekledikten sonra gözlerime bakarak gülümsüyor, “Ateşin yok… Ama solgun görünüyorsun…” İnce beyaz ellerini yüzümde gezdiriyor.
Bu kadar şefkate alışık değilim. Gerileyince, Nihan’ın yüzü değişiyor. Bakışlarında, gülümseyişinde iç güdüsel sorular var şimdi. Ellerini çekiyor…
“Biliyor musun… Kaçındığımız eylemler bize bir şeyler gösterir.”
Gözlerini kaçırarak arkasını döndüğünde, “Neyi?” diyorum.
Kapı kolunu tutup bekliyor, “Yaralarımızın nerede olduğunu.”
Açtığı kapıdan dışarı çıkıyor. Sağdaki dairenin kilidini çevirip evine girince, “Kahvaltı hazır! Oyalanma… Kızartmalar soğuyacak.”
Sesi duyulmaz olunca, “Olur… Oyalanmam.” diyorum.
Kapıyı kapatıp üzerimi değiştirmek için yatak odasına yöneldiğimde yatağın ayakucunda yere saçılmış kitapları görüyorum.
Altı çizili cümle dikkatimi çekiyor: *“…Dalgaların ve rüzgarların sürüklediği, fırtınayla harabeye dönmüş, birbiriyle çarpışan akıntıların arasında kalmış ve esas kaynağının çok uzağına düşmüş sandallarız…”
* Hollis, James. (2022). Yaşamın İkinci Yarısında Anlam Arayışı (Çev: Kerime Daylan). İstanbul: İletişim yayınları, sf:264