Öğle vakti akşama doğru hayli hızla ilerlerken, o da mutfakta yavaş yavaş hazırlıklarını sürdürüyordu. Mezeleri hazırlamıştı bile. Eğilip fırına baktı. On dakika kadar daha vakit vardı. Hem biraz daha kızarsa, görünüşü de daha iyi olabilirdi. Şu zamanın en büyük derdi de o değil miydi? “Güzel görünmek”, “Kendini güzellikle satmak” mesele bu değil miydi? Az bir parası olsa insanlar güzel görünüp, içi boş olsa da bunu belli etmeden satmıyorlar mıydı? Varsın tavuk da bu teşhirci porno kültürünün parçası olsun ne olacaktı?
Mezeleri ikişer ikişer alıp masaya doğru yürüdü. Tam orta yere konumlandırdı. Sonra diğer ikisi ve diğer ikisi… Altı meze yeterdi. Vaktinde, mahallenin köhne meyhanesinde peynir, suyu bol yoğurdu az cacıkla da içmemişler miydi? Sonradan gelen bir şarkı, rakının tadına en iyi meze olarak gidip, kafalarını en güzel hale getirip “SER-HOŞ” tabirinin hakkını da veriyordu.
Mutfağa dönerken, yine de ne olur ne olmaz diye, eğilip tavuğa baktı. İyi yaptığını biliyordu ki yıllardır yalnız yaşadığından dolayı sürekli bu tavuğu yapıp, kendini ve ya çevresini bunla ödüllendiriyordu. Zaten evine gelen misafirleri de masada bu tavuğun hazır olacağını bilerek geliyordu. Mezeler hazır ve masadaydı, salatanın yağını da şimdi dökecekti… Döktükten sonra limonunu da sıktıktan sonra onu da masaya götürdü. Mezelerin konumunu o an beğenmediği için değiştirip üç sola ortaya salata tabağı üç de sağa olarak mezelerin yerlerini değiştirdi.
Saatine baktı. Akşam oldu olacaktı. O gün, televizyonu açmamıştı. Açası da gelmiyordu. Gelecek haberleri yıllardı ezbere biliyordu çünkü… Şimdi açıp da görecek, yine başka başka şeyler. “Bir kere de şu gün anın keyfi bozulmasın” diye geçirdi. Misafirinin aramamış olması onu biraz kuşkuya düşürmüş olsa da: “Aman! O illa bir yolunu bulur gelir. Merak etmeye gerek yok. Ne badireler atlattı da geldi zamanında” dedi. Masayı tekrar bir gözden geçirip, bu sefer de bardak ve kaseleri almak için mutfağa gitti. Onları da getirip yerleştirdi. Çorba çoktan olmuştu. Tam da o eskinin tadında bir mercimek çorbası yapmıştı. Son kere tavuğun pişip pişmediğini kontrol ettikten sonra tabakları yan yana dizip, dinlenip, demlenmiş pirinç pilavını tabaklara koydu. Yanına da dün hazırladığı zeytinyağlı fasulyesini ve birer çanak da enginarı yerleştirip, sırayla tabakları masaya götürdü.
Bu sırada gözüne çarpan teybe doğru yöneleyim dese de bir an kendini durdurdu: “Aman şimdi içinde vardır. Yok ya! Boşa havayı bozmaya gerek yok” diye içinden geçirip, fırından gelecek sesi ve tabi ki misafirini beklemek için tekli koltuklardan birine oturdu. Oturduğu andan itibaren de eski günler gözünün önüne geldi. Cihangir’de gece sarhoş adım yürümeleri, son vapuru kaçırıp da bir yolunu bulup karşıya geçme arayışları. Şu İstanbul’un kahrını çekmişlerdi hem de en karasından. Gecesini de gündüzünü de kara kara yaşamışlardı. Nihayetinde şu günlere gelmişlerdi ama bedeller… En basiti o gazete serip de yemek yedikleri masanın tadı da kalmamıştı. Masanın çevresindekiler kalmadığı gibi…
O, tavuğun pişme zilini fırında beklerken bir anda kapının zili çaldı. Muhtemelen misafiri gelmişti. Yerinden doğrulup, ağır adımlarla kapıya gitti. Kapıyı açtığında ise evet beklediği misafirin geldiğini gördü. İçeri buyur eder gibi sol eliyle içeriyi gösterip, buyur etti. Misafiri de girdi. Ayakkabısını çıkarttıktan sonra:
-“Ne oldu Nusret? Keyifsiz gözüküyorsun.”
-“Yok! Yok bir sorun Hilmi. Biliyorsun her bu gün böyleyim.”
-“Biliyorum. Kaç tanesini gördük de ilk defa bu kadar dingin ve moralsiz gibisin”
-“Yok, yok bir şeyim. Sen geç, elini yüzünü yıka. Ben de mutfağı halledeyim o arada.”
Hilmi, elini yıkamaya giderken, Nusret de fırına eğilip baktığında, tavuk baya kızarmış ve gayet de güzel görünüyordu. Fırının kapısını açıp, bir bıçakla tavuğu yokladı. Pişmişti. Fırını kapatıp, eldivenlerini giydi ve eli yanmasın diye yavaş yavaş tavuğu çıkartıp, tezgaha koydu. Yüzüne doğru gelen duman geçtikten sonra da dolapta tavuğu koyacağı büyükçe bir orta tabağı bulup, indirdi. O an, tavuğu acaba kesip mi servis etsem diye düşünse de: “Yok” dedi kendi kendine “Pornosunu bozmaya ne hacet. Görseliyle bu kendini satsın. Devir o devir değil mi?”
Tavuğu bütün haliyle masaya taşıdığı an da Hilmi salona geldi:
-“Neler yaptın bugün?”
-“İnan bir şey yapmadım.”
-“Belli televizyon bile açık değil.”
-“Açmadım. Açsam ne olacak? Yine moralim bozulacak.”
-“Bozulmuyor mu ki?”
-“Bozuluyor zaten yeterince bozuluyor. Daha da görüp niye bozayım?”
-“Merak etmiyor musun?”
-“Tahmin ediyorum. Senin nasıl geçti? Zorlandınız mı?”
-“Her sene daha zor oluyor.”
-“Yaşlanıyorsun belki…”
-“Yok! Yaştan değil. Çok daha zorlu oluyor.”
-“Gençler anlamıyor tabi. Eğlenmeye gelmişlerdir.”
-“Onla da alakası yok. Hem, bence yanılıyorsun. Belki de bizden bile daha çok anlıyorlar.”
-“Yapma! Onlar keyifçi.”
-“Tamam keyifçiler. Ama keyifleri kaçmasın diye oradalar belki de. Kim yaşamı bozulsun ister? Onlar da yaşamları bozulmasın diye oradalardı. Zaten hayatın pek de anlamını bilmiyorlar.”
-“Yahu nasıl bilecekler? Hazırcı bunlar.”
-“Ya değillerse! Bence değiller. Bunlar bedel ödememek için sinmiş kişilerin, anlamsız yaşama iteklenmiş çocukları. Belki de hayatlarına anlam katmak için hayatı güzelleştirmek için çabalıyorlardır?”
-“Çok romantiksin.”
-“Öyle olsam güllerle gelirdim.”
-“Yahu öyle değil.”
-“Fikirde de romantik değilim. Sen de teşrif etseydin de görseydin.”
-“Uğraşamam.”
-“Sen uğramayacaksın diye de onlar yerini alacaklar. 1Mayıs yahu! Hangi 1 mayısta biz kavgamızı da verip, zorlanıp da yine de keyif almadık?”
-“Bana senin sağ salim gelmen önemliydi. Geldin de.”
-“Çoğu kişi de ama gidemedi, gideceği yere. Çok gözaltı oldu. Özellikle de şu laf ettiğin çocuklardan çok ama çok gözaltı oldu. Ama bizden güçlüler biliyor musun? Yılmıyorlar.”
-“O başka şeydendir.”
-“Nedendir? Başka şey ne?”
-“Yahu bunlar zaten değişik. Arsız gibiler.”
-“Arsız marsız. Senden benden iyi direndiler. Hatta biz birçok şeyi bilmeden sahadayken, kandırılıyorken, onlar kandırılmadan, kendi istekleriyle meydana indiler. Yahu biz bir şekilde azla mazla yetiniyorduk. Bunlar bombardıman altında ve daha beteri ne biliyor musun?
-“Ne? Bakalım neyi savunacaksın yine boş boş?”
-“Bunlara gösteriyorlar ama elletmiyorlar. Biz kırıp dizimizi oturuyorduk. Bunlar elde etmek için mücadele veriyor. Bizim gibi değiller.”
-“Gösterip de elletmiyorlar ha! Tam da sana öylesi porno kültüründe bir tavuk yaptım. Hadi geç masaya”
Hilmi, masaya oturduktan sonra Nusret, tavukları servis etmeye başladı. Ardından da mutfağa gitti ve içeriye seslendi:
-“Şarap düşündüm. Ne dersin?”
-“Ne şarabı yahu! Çok mu keyfimiz var da şarap içeceğiz. Köpek öldüren de değildir o. Nereden aldın?”
-“İtalyan şarabı bu. Beyaz şarap.”
-“Yerli de değil, İtalyan. Rakı getir sen getir. Evde rakı var mı?”
-“Oğlum güzel sofra kurdum. Ne rakısı?”
-“Tavuk, pilav, sebze. Gazete üstünde yediğimiz mezelerin de kalitelisini yapmışsın. Kaliteli olunca rakıyı mı ötekileştireceğiz! Yoksa gidip alıp geleyim?”
-“Var ya var! Bu evde rakı ne zaman eksik oldu?”
-“O zaman ne diye soruyorsun. Müzik de açmamışsın. Dur bakayım sen dur!”
-“Ne durayım?”
-“Sen hala görüşüyorsun değil mi onlar?”
-“Kimle?”
-“Oğlum bak yeme beni! Kim olduğunu biliyoruz. Kesin teypte de onun kaseti vardır. Ondan açmadın değil mi?”
-“Ne alakası var?”
-“Aç hadi! Aç.”
-“Ya boşver! Yemek yiyeceğiz.”
-“Sen aç aç.”
-“Hadi ye bakalım şu pornocu tavuktan. Bak nasıl güzel görünüyor değil mi? Tam teşhirci. Dönemin gençliği gibi.”
-“Sen gençleri mençleri bırak. Görüşüyorsun değil mi?”
-“Öff! Görüşüyorum. Kesmedim irtibatı.”
-“Biliyorum. Yapamazsın zaten sen. O kadar güçlü olsan bugün alanda olurdun. Maazallah polis molis değer bir yerine.”
-“Alakası yok.”
-“Buluşuyor musunuz bari?”
-“Arada bir de çok nadir.”
-“Halini hatırını sormayacağım.”
-“Haksızlık ediyor olabilir misin?”
-“Haksızlık! Hepimiz mi?”
-“Evet hepiniz! Haksızlık ediyorsunuz.”
-“Oğlum, o gidip, el pençe divan durmadı mı? Ne malum eskiden de bizi satmadığı?”
-“Satmadığını biliyorsun. O kadar da yapma.”
-“Ne malum?”
-“Yahu yapmadı. Senle beraber işkence görmedi mi? Sen sarmadın mı dayaktan patlamış yüzünü, gözünü?”
-“Tamam da belki de…”
-“Belki de yok. Beraber çektik. Sonra o başka yola…”
-“Sen de başka yola.”
-“Ben…”
-“Sen de başka yola, hiç konuşma Nusret. Sadece eğilmedin diye eskisi gibi devam ediyoruz. Yoksa şarap mı diye sormazdın bile”
-“Ya ettiğin laf mı?”
-“Aç ya aç! Valla dinleyeceğim. Kaç yıldır dinlemiyorum aç dinleyeceğim. Bakayım aynı hissi yaratıyor mu? Hem belki gerçek sesini de duymuş oluruz?”
-“Hilmi uzatma!”
-“Oğlum ben ciddiyim. Aç dinleyelim. Hadi bak. Sen açarken ben de pornocu tavuğundan yemeye başlarım.”
Yerinden kalkıp, isteksizce de olsa teybe yöneldi. Düşündüğü gibi onun kaseti içindeydi. Kontrol ettikten sonra kaseti başa sarıp, çalma tuşuna bastı. Kaset işlemeye başlarken de masaya geri oturup, tavuktan bir parça kesti ve pilavla beraber yedi. Yüzüyle, Hilmi’ye “nasıl olmuş?” gibisinde bir hareket yaptı. Hilmi de yüzünü aşağı eğip, gözünü de kısarak “güzel olmuş” gibisinden bir karşılık verirken şarkı da başladı. Hilmi’nin yüzü biraz ekşise de o an içinden şarkıyı özlediğini de fark etti ama dışarı yansıtmadı. Tabağa doğru daha da eğilip, yemeğe devam etti.
Hilmi’nin gözünün önüne, eskiden beraber yaşadıklarındaki gazete üzerinde yedikleri yemeklerin sonrasında bağlamasını alıp çaldığı türküler gelmişti. Yine de hüznünü belli etmedi. Ne de olsa, bir sabah ansızın, daha çok konsere çıkmak için muhalif duruşundan vazgeçip, bakanlığı ve iktidarı öven söylemleri yapan kişi de buydu. O gün üstüne bir de “Size ne?” demişti. Onlara neydi? Ama kolay değildi. Özlemişti. Yarı aç karınla, ağızlarında kalitesiz sigara, bodrum katındaki evlerindeki sohbetleri de yaşadıkları acıların sonrasında dayanışmaları da… Her şeyi çok özlemişti. Ama özlediği o mu yoksa yaşadıkları mıydı? Zaten sorguladığı da sanırım buydu?
Hilmi’nin sessizliğini gördüğünde, onu da iyi tanıdığından aklından geçmişin geçtiğini bilen Nusret ise hiçbir şey söylemden yemeğine devam etti. Hilmi’ye baka baka, o da birinciden, ikinciye geçen şarkıyı dinleye dinleye yemeğini yedi. Tam da düşündüğü gibi yemek de güzel pişmişti. Şimdi şu mezeyi de yiyecekti ama…