“Vay para vay, gözün çıksın.”
(Eskici ve Oğulları- Orhan Kemal)
Üç arkadaş birbirini ite kaka girdiler kafeye. Girişte kapının yanında durdular. Üçünün de üstünde okul üniforması. Gri pantolon, yeşil tişört. Boylarından ve giysilerinden belli ortaokulda oldukları. Sırtlarında çantaları, yan cebine sıkıştırılmış sulukları. Klimanın serinliği koltuk altlarından yakaladı. Terli bedenlerinde minik bir ürperti dolaştı. Dışarısının cehennem sıcağından sonra vaha gibi. İnsanın aklını her defasında çeldiren kahve ve vanilya kokusu geldi yakınlarına. Sivilceli burunları titredi sağa sola. Dudakları bile memnun halinden. Gülümsediler. Yalnız ortada duran çocuk, tişörtü çok yıkanmaktan ağarmış, yüzü topalak, yanakları kırmızı, ismi Raşit, biraz endişeli baktı etrafa. İlk defa geldiğini söylemedi. Tüm masalar doluydu nerdeyse. Vitrinde büyükçe kurabiyeler, ıslak ve dolgulu kekler. Yanı başında hepi topu bir bardak kahve çıkaran ve üzerinde çeşitli tuşları olan devasa metal yığınlar. Plastik ve karton bardaklar. Kapakları yanında. Bir de pipetler. Daha birkaç saat önce derste anlatmıştı öğretmen, üst üste eklenirse dünyayı çöpe çevirir dediklerinden. Evlerine hiç almıyorlardı zaten. Sadece ben mi içiyorum, diyerek omuz silkti. Ders notları çok iyiydi ama umursamazdı böyle şeyleri.
Ekrem, jöleli kumral saçlarını kontrol etti parmaklarıyla. “Dünya kurulduğundan beri çöpe dönmediyse…” dedi. Gerisinde ne diyeceğini unuttu. Ayber yakaladı ama “Dönmedi, dönmedi ama sokaklar, caddeler, sahiller bombok oğlum.” dedi. Vitrinin önünde sıraya girmelerini işaret etti parmağıyla. Başlarını salladı diğer ikisi. Önlerinde bekleyen altı yedi kişi.
Kaç gündür ısrar edip duruyordu Ekrem ile Ayber. Raşit’in ödevleri oluyordu ya da evde annesi onu bekliyordu bahane niyetine. Babasından izin koparamıyordu zaten. Zil çalar çalmaz daha çocuklar çantalarını toplamadan o çıkmış oluyordu tebeşir tozunun uçuştuğu sınıftan. Eve erken gitmek derdinde değil tabi. Uzak sokaklara sapıyordu. Can sıkıntısıyla atlıyordu kaldırım taşlarının üstünden. Ayın on beşini bekliyordu.
Biliyordu, bu tarihe bir hafta kala babasının cebinde metelik bulunmaz, izin de vermez okul dışında bir yere gitmesine. Boyu kısalmış, omuzları çökmüş, gözleri bitkin çıkar evden. Kaşlarında ise endişeli bir çatıklık. Akşam eve döndüğünde sessizce geçer mutfağa, beyaz poşetteki üç ekmeği tezgâhın üstüne bırakır. Ayın ortasında ise değişir bakışları. Yeni bir hayat verilmiş gibi canlanır yüzü. Akşam manavın kasabın borcunu ödeyip gelince yüzlüklerden çıkarıp uzatır Raşit’e. Bendensin, rahat ol dercesine göz kırpar.
Okul harçlığı aldığından beri aynı döngüdedir dişliler. İlk iki hafta düzenli olarak eline verilir parası, sıcacık bir soba kenarında ısınır kalbi. Sonraki haftalar seyrekleşip kesilir. Yalnız hisseder kendini, dışarıda kalmış bir güvercin misali üşür duyguları.
Bugün nihayet akşamdan aldığı yüzlükle tamam dedi arkadaşlarına. Ayber kumbaraya attığı harçlıklarıyla katıldı yine. Aralarda öğrenciler kantine koşup bir şeyler yeme çabasına girmişken o yemez, getirdiği parayı geri götürmeyi tercih ederdi çünkü. Zaten ne ki? Bahar aylarında üç beş defa piknik, on günde bir kafe görmek mutlu ederdi. Büyümüş sayarlardı kendilerini, “Gidelim, olur.” derken. Ekrem’in annesi çalışıyordu. Rahattı kısmen. En azından arada bir gidiyordu bu gibi yerlere. Daha tecrübeliydi yanındakilerden. Teneffüste ne içeceklerini düşünüp durmuşlardı.
“Alt tarafı bir kahve, lan.”
“Buzlusunu iç, bayılırsın.”
“Evet, bayılırsın.”
“İçtim, çok da güzel değildi.”
“Ne zaman içtin?”
“Geçen tatilde, hem de çok.”
“Sen tatile mi gittin?”
“Siz gittikten sonra. Amcamlara, yazlığa.”
“Nerede?”
“Muğla’da.”
Raşit’in amcası yoktu aslında. Babası halalarının en küçüğüydü. Ama babasının hiç görmediği amcası vardı, Raşit’in hiç görmediği o uzak şehirde. Anlatırken beli doğrulurdu. Bir evi var, görseniz saray. İki kat, sekiz oda. Arabasının garajı bile çocuk odamızın dört katı. Garajda diğer köşede antika bir araba. Kahverengi, pırıl pırıl. Nedense Raşit’in gözünde kahverengi deyince öğretmeninin cilalı ayakkabıları canlanırdı. Babası tok sesiyle devam ederdi. Havuz kenarında yer karpuzunu, bir de şezlonga uzanınca kahve içer. Sıcak değil, buzlu ama. Boğazından akınca ciğerlerin serinler. Ayran içmişçesine. Oranın sıcağı adamı yakar. İnsan o sıcakta çaydan soğur. Kendisinden izinsiz yenilip içilmesini sevmez. Saygı der, susuzluktan ölsen bile… Normal zamanda Raşit’in aklına gelmezdi bu amca, ancak yaz tatili olunca ve tüm arkadaşları deniz kenarına tatile gidince aniden telefonları çalsın isterdi. Bu büyük amca onları ısrarla davet etsin havuzlu evine. Israr etmese babası gitmez çünkü. Yazın sıcağında renkli bir şort, illa da turkuaz, giyip havuzun içine ayaklarını salsın. Babası anlatmadı ama belki bu amcanın bir de cömert karısı vardı. Buzlu kahve ikram eden, yanına da bir kâse dondurma. “Aaa! Yemezseniz alınırım valla!” diyen. Raşit o kadar çok hayal etmişti ki şimdi arkadaşlarına bunu savunurken sıkılmadı.
Sıra bitecek miydi? Öndeki kızlar kararsızdı. Hele siyah gözlüklerini saçının arasına yerleştiren biri vardı ki keskin parfümü ile çevresindekilerin başka koku almasına izin vermediği yetmiyormuş gibi kasiyer oğlanı da bıktırdı. Siparişindeki kahveyi değiştirdi limonata yaptı, pastayı ise kurabiye. Tepsiye sertçe indirilen çikolatalı kurabiyenin ufalandığını iddia edip iade etti. Son olarak kırmızı dudak parlatıcısını sürdü ve bir su ekledi istediklerine. Raşit evde ve okulda musluğa dayayıp suyu kana kana içtiği ağzını yaladı. Kızın arkasındakiler homurdandılar. Ekrem ve Ayber de pür dikkat izledikleri bu alışverişin sonu gelsin diye huzursuzca kıpırdandı. Tepede asılan listeden içeceklerini seçmek için başları kalktı.
Raşit’in ergenlik yumrusu boğazının tam ortasında durdu. Cebinde mavi bir yüzlük vardı. İki günlük harçlığı. Soluk almadı bir müddet, yutkundu. Yumru aşağı indi. Yutkundu. Yukarı çıktı bu sefer. Dijital ekranda sürekli kayan listenin yazılarını okuyamıyordu. Belirtili ve belirtisiz tamlamaları çözümlemek bundan daha kolaydı. O da fiyatlara kilitledi gözlerini. En ucuzlarından üç tane baktı. Üst üste sıralanmıştı. Yüzlük, yüz onluk, yüz otuzluk. Dudağından esefle saldığı ıslığı arkadaşları duymadı. Matematiği kuvvetliydi. Babasının fabrikadan aldığı bir aylık maaşı çarçabuk hesap etti. Yüzlükten olsa yüz yetmiş tane, yüz onluktan olsa yüz elli dört tane ederdi. Hınzırca gülümserken yüz otuzun karesinin babasının maaşına denk geldiğini fark etti. Sütlü köpüklü, çikolata aromalı yüz otuz bardak dizildi masanın üstüne…
Bir aylık maaşı, seksen beş öğrenci yüzlük birer kahve ve yanına aldıkları aynı fiyat bir dilim kek ile on dakikadan az bir sürede bitirebilirlerdi. Ekrem’in kendisini seyrettiğinden bihaber, daldı çıktı. Babasının bir ay boyunca gece vardiyaları da dâhil bunun için çalıştığını düşününce midesinde bir burkulma hissetti. Yorgun geldiğinde kendisini yüzükoyun minderin üstüne atardı babası. Annesi omuzlarının yükünü almak için ovalardı. İnlerken çıkardığı ses kulağında yankılandı bir an. Sanki kocaman bir el içten kavradı onu büktü, büktü sonra boşluğa saldı. Arkadaşları ceplerinden çıkardıkları iki yüzlük banknotları ellerinde salladı. Eskiden ellerine alamadıkları bu büyük para, cep harçlığı olmuştu. Ekrem dirsekleriyle dürttü ikisinin de bağrını:
“Seçtiniz mi?”
“Ben buzlu sütlü istiyorum.”
“Aromalı da alsana oğlum.”
“Yok, yanına da köstebek pasta alacağım.”
“Şu çamur yığınından mı?”
“Gülme be, güzel görünüyor.”
“Tam hesap yapmışsın, ikisi iki yüz.”
Ekrem elini sol cebine attı, bir yirmilik çıkardı.
“Bu dünden kalmış, yüz otuzluktan alırım ben. Buzlu, sütlü köpüklü, çikolata aromalı. Şu çamurda da gözüm kaldı.”
Gülüştüler.
“Ya sen, Raşit?” dediklerinde az önce serinleten klima şimdi hiç fayda etmiyordu ona. Cebindeki yüzlük terledi.
“Bilemedim… Ben de buzlu sütlü alayım.”
“Pasta?”
“Kurabiye?”
“Aç değilim.”
“Biz açlıktan mı yiyoruz?”
“Paran mı yok?”
“Var ama canım istemiyor.”
Üstelemediler. Sıra onlardaydı. Ekrem’in ve Ayber’in bardakları buzla doldu, aynı anda girdi kahve makinasının altına. Buzlar o kadar çoktu ki bardağın ancak yarısı kadarı kahve ile doluyordu, Raşit hesapladı hemen. O anda ekrandan kayan filtre kahvenin yetmiş beşlik olduğunu gördü. Kalanı dönerken otobüse verirdi, hem yorulmazdı. Yarın okulda da bir simit alırsa. Ters ters bakacağını bildiği halde siparişini değiştiğini söyledi kasiyere. Arkadaşları atıldı:
“Bu sıcakta içilir mi?”
Gözlerini kaçırdı:
“Klima sırtımı üşüttü.”
“Acı, içemezsin.”
“Evde de böyle içiyoruz. Biliyorum tadını.”
İkisinin elinde tepsi, diğerinde sıcak bardak, boş yer aradılar. Ayber’in elinden kaymak üzere olan tepsiyi ani bir refleks ile Raşit tuttu, parmağı köstebek pastaya bulaştı. Çaktırmadan ağzına götürdü. Pencere kenarında oturan grup kalkıyordu. Az önce limonata ve kurabiye alanlardı. Aldıklarını beğenmemiş yarım bırakmışlardı. Dudak bükerek söyleniyorlardı. Dökmeden, saçmadan ulaştılar. Onlara yetişen bir garson masanın üstündekileri hızla toparladı.
Koltuğa bıraktılar kendilerini. Raşit sıcak kahveye uzandı, hızla bir yudum aldı. Yüzü buruştu, yanan dilinin üstünde oluşan pütürlük acı tadı çekti beyninin kıvrımlarına doğru. Yine de gülümsedi. Arkadaşları ısrar etti durdu. Yine de tadına bakmaktan çekindi diğer kahvelerin. Masada fişek şekerler vardı, çekinerek aldı bir tane, içine boşalttı.
“Demedim mi, acı?”
“Evet, demedik mi?”
“Çok acı değil aslında. Şeker katınca nasıl olacak diye merak ettim.”
Bu defa büyük bir yudum aldı. Buruşan yüzünü tutamadı yine. Büyüklere de bu kadar acı mı geliyordu? Ekrem bardağını ortaya itti:
“Birer yudum alın, tadı mis.”
Ayber yanaşmak istedi ama Raşit’in tavrı durdurdu onu.
“Almayalım.”
Ekrem, “İçmeyin o zaman” diye sinirlendi. Bir an tüm kafe sessizleşti. Çalışan makinaların sesi arı vızıltısı döndü, dolaştı havada. Yan masadakiler yükselen sese gözlerinin ucu ile baktılar. Sonra hiçbir şey olmamış gibi uğultularına döndüler. Ayağının dibindeki çantaya uzandı Ekrem. Yan cebinden boş suluğunu aldı. Kahve bardaklarının kapaklarını açtı. Hepsini suluğa boşalttı. Pipeti daldırdı içine, karıştırdı iyice. Buzlar, sıcak kahve ile biraz küçülseler de, şıkırdayıp döndüler. Karışan kahveyi etraftan bakanlara aldırış etmeden bardaklara paylaştırdı. “Bekleyin!” diyerek yerinden kalktı, gidip vitrinin oradan plastik bir çatal aldı. Yan yana koydu iki pastayı. Benim de hesabım iyidir, dedi ve üç eşit parçaya böldü. Dört dişinden biri pastanın içinde kırılan çatalı kendine ayırdı. Sağlam olanı ise Raşit’e. Kırık çataldan düşen pastaya katıla katıla gülmek dışında konuşmadı hiçbiri.
Bitirip kol kola çıktılar kafeden.
Leyla Mehmetoğlu Geridönmez
https://kucoin-exchange.com
Emeğinize, yüreğinize sağlık👏👏👏
Nasıl da gündemi en gerçekçi şekilde yakalamışsın. Acaba yeni asgari ücretle yine 130 kahve alınır mı ya da bir sene sonraki asgari ücretle alınabilecek mi? Yani hep sıcak gündem olarak kalacak bir konu. Tebrikler 🍀
Her zaman ki gibi, okurken bizi içine çeken çok güzel bir hikaye olmuş. Tebrik ederim canım arkadaşım.💯.