Ölmek nedir dostum? Hırıltılı bir ses, terlemiş alın, bir yana kayıveren bir çift göz mü? Ölmek bir zamanlar öyle kolay değildi. Ölecek kişi yatağın misafiri olurdu önce. Sevdikleri yanı başından ayrılmaz; sırtını ovar, alın terlerini silerdi. “Canın ne istiyor” diye sorulurdu. Hiç kimse kara toprağa yakıştırmazdı ölecek kişiyi, yaşayacağına dair ümitvari cümleler kurarlardı. “Maşallahın var!” demeyi de ihmal etmezlerdi elbet… Ölüm o zamanlar pirifanilere yakışandı, ölüm çocuklara hiç yakışmazdı, ölümle bir çocuğun adı yan yana hiç gelmezdi mesela. Analar ölen bir çocuğun yaşını söylerken kendi çocuklarının yaşları akıllarına gelir de“ yaşı benzemesin.” Derlerdi. Alışkanlık gereği tahtaya vurmayı da unutmazlardı hiç…
Ama bugün bir yerlerde minicik bedenler ölüyor. Küçücük ayaklar, incecik parmaklar, gül yanaklı çocuklar parçalanıyor. Daha “Anne” demeyi beceremeden pembe dudakları şarapnel mermisi ile mühürleniyor.
Nedir bu gökyüzündeki kızıllık dostum? Rengi turuncudan kan kırmızısına dönmüş,
Bir ateş yalazı gibi dağılmış gökyüzü…
Korkuyorum dostum bir lanet mi inecek üstümüze? Masum çocukların çığlıkları kulaklarımıza kurşun mu dökecek? Biçare annelerin ağıtları bağrımızı mı delecek?
Utanıyorum dostum, çocuklarımın yanaklarını sıkmaktan, kucağıma alıp kokularını içime çekmekten. Papatya kokan saçlara sinen barut kokusuna lanet ederek tarıyorum kızımın saçlarını, örmüyorum saç tellerini, renkli tokalar takmıyorum. Yüreği cayır cayır yanan annelerden utanıyorum. Usulca fısıldıyorum yavrularımın kulağına sevgi sözcüklerini, bir gün önce evladına ait bir parçayla sabahlayan anneyi hatırlayarak…
Ah dostum!
Keşke Dünya utansa,
Keşke o devasa saraylarda yaşayan cüce adamlar, girdikleri vebalin idrakine varsa,
Keşke takım elbiseli, döpiyesli kibar bürokratlar, ellerine sinen kan kokusunun farkına varsa…
Dostum çok şey var söylenecek yürek mahzenin de bekleyen,
Haykıracak nice gerçekler var vicdanlardan bile gizlenen…
Ah dostum! Susalım da -kimileri- için ucuz etmeyelim anlamları…