Bir hafta sonu kaçamağı, diye düşündü. Erken baharda, iki gece mi sürmeliydi, birde mi karar kılınmalıydı. Buna birlikte karar verelim, güncel terminolojiyle adlandıralım: İnteraktif bir macera bekler bizi.
Otuz-kırk yıl öncenin ekranlarında (genelde siyah-beyaz) Ressam Bob vardı. Onun gibi birlikte oluşturalım satırlarımızı. İddialı da olmalı diğer taraftan, mesela ana izlek “aşk” olmalı, dedi yazar. Bunu yaparken, kurguda bir bulmaca da oluşturma düşüncesindeydi; bölümler (paragraf) arası geçişlerle, lunaparklardaki karşılıklı aynalardaki görüntülerin benzeri, iç içe sonsuz, karşılıklı tek katman ya da kırarak parçalanmış, darmadağınık sonlandırılacaktı. Sevgili okur, yazar bundan sonra seni dikkatli olmaya davet ediyor. Bölümleri tek ve çift olarak adlandırdı, sen tek, çift ya da bir bütün olarak okuyup tercih ettiğin sonuca ulaşabileceksin.
“T” şekilli direksiyonun boşluğundan güzel bir gökyüzü çizelim başlangıç için, diye planladı Bop tuvalinin üst bölümüne, en mavisinden. Yoldayız. “Suratın asık mı, bana mı öyle geliyor.” Üç kasa BMW’nin sürücü koltuğundan göz ucuyla, tabii ki mutlulukla, “Dünyam” dediği kız arkadaşına fısıldar gibi sordu. Cevabın gelmesi o kadar kolay değildi. Derin düşüncelerdeydi Dünya. Babası aklında, ona söylediği pembe yalanla kızarıp bozardığını hatırladı. Ne telefon konuşmasıydı öyle! Bob’un mavisi, griye çalıyordu yol boyunca artık. Soruyu duymasına rağmen cevap vermek yerine vicdan muhasebesiyle cebelleşen genç kız, sağ/sol lob ikileminde; okul, aile, dersler, başarı girdabındaydı. Babama ilk kez yalan söyledim, oysa çocukluğumuzdan bu yana “Ne olursa olsun, sadece doğruyu söyleyelim.” sohbetlerimizle dolu akşam yemeklerimiz… Bugün neler yaptık, hadi anlatalım sarmalına dalıp gitti, on beş yıl öncesindeydi şimdi. İç monolog tekniğini buraya sıkıştıran ressamımız değildi elbet.
Çimenlik her taraf, ne güzel! Bilinç akışı tekniği başlıyor, sıkı tutunun koltuklara. Burada duralım. Nereye gidiyoruz, Yapmak istediğimiz ne, bir hafta sonu kaçamağı mı? Peki, bundan sonra… Tasarlamalıyız önce, ince ince. Söz verdim. Hep birlikteyiz. Sorumluluklarımız var diz boyu, yok yok, boyumuzu aşar. Bu plan, birlikte karar verilen, her aşması titizlikle çizilen. “Ben vazgeçtim, daha ileri girmeyelim.” Ressam’a söz verelim burada: “Yol boyundaki ağaçlar ne güzel!” Sevgiyle baktı direksiyondaki yakışıklısına. Dikkatliydi. Tüm dikkati yoldaydı; ama arada bir bakışı ne de güzeldi. Sol eli direksiyonda, sağ boşta, eşini arıyor. Bu fırsatı değerlendirdi, sıcacık eli, elindeydi şimdi. “Ne kadar yolumuz var?” “İki”. Bu erkekler ne kadar farklı bizden, ne kadar düz, hepsi aynı; babamdan, abimden biliyorum. Uzun cümle yok, duygu yok, ayrıntı yok. Neymiş: İki. Olsun varsın. Öyle ya babam sık sık söyler: “Erkekler Mars’tan, Kadınlar Venüs’ten.” diye. Bunları düşünürken yüzüne yayılan mutluluğu arkadaşı fark etti, o da mutlu oldu. Adını ne de güzel koymuşlar: Aşk!
“Trenle nostaljik Doğu turunda olsaydık.” diye geçirdi içinden. Ya da kara yoluyla yirmi saat sürse diye çok konuşmuşlardı yolculukları için. İstanbul’dan Van’a kadar, hep el ele. Zaten araç otomatik, debriyaj, vites değiştirme derdi yok. Eller ayrılmaz. Hep iç içe, kenetli. “Mutluyum, ne güzel!” Yolculuk istenildiği gibi uzun sürmedi. “Burası iyi mi?” “Arkadaşlar ne der?” İşaretleşmelerle karar kılındı. Kamp alanlarındaydılar dördü de şimdi. Diğer çift de sınıf arkadaşları. Şurada bir çadır olsun mu, dedi Ressam. İki oldu. Öyle de pratik kuruldu ki! Araçlar da keşke kamp alanının yakınında olsaydı; ama hayatta her şey istediğimiz gibi olmuyordu. “Yuvayı dişi kuş yapar, hadi kızım, yardım et!” “Ben eşyaları halledeyim, ateşi yakıyorum.” lafına karıştı tak tuklar, kuruldu çadırlar.
“Çay?” “Ne çayı? Daha yeni geldik.” Kamp, yerleşme telaşı… Kısa süren yolculuk sonrası, dört kafadarda ayak uzatma ve hayaller… “Burada tam karşımızda iki çam olmalı.” Bunu söyleyen Bop muydu yoksa Kaan mı, anlaşılamadı. “Neden?” Önermeye soruyla dalan kız arkadaşıydı ama. Neden çam, neden iki tane, neden o tarafta değil de tam önümüzde?” Kaan, okuduklarından, izlediği filmlerden, yirmi bir koca yıla (!) sığdırdığı dağarcığında, aşkla ilgili çok şey biriktirmişti. İki yeşil kamp sandalyesi mi desek, rejisör koltuğu mu, oturdukları yerden hayranlıkla izlediği Dünyasına: “Aşk nedir? Yan yana duran iki ağaç, iki canlı olamaz mı?” diye bir fitil yaktı. Amacı kendi konuşacaklarına kısa bir pastı. Yanıt, tatlı bir gülümseme olarak geldi. Devam etti: “Türün devam etmesi, geleceğe eser bırakmak adına beğenilme duygusu değil, karnımızdaki karıncalaşmalar hiç değil, karşı cins tarafından sevilmenin saçma mutluluğu hiç mi hiç değil.” Durdu, etkileyicilik kazandırmak için kısa mı yoksa uzun mu olduğunu dördünün de kestiremediği bir moladan sonra: “Hiç bitmeyeceğine inandığımız bir duygu yoğunluğudur aşk.” Ulaşılamamayı, sonsuz aşkın platonik olması gerektiğini; aşkta kaçanın kovalandığını, elde edilenin değersizleştiğini, “onsuz güzelliğin on para etmediğini” de söyletmek istedi karakterine yazar, diyalog sünmesin diye vazgeçti. Hatta buraya Dicle’nin iki yakasında yaşayan âşıkların menkıbesi çok güzel giderdi: Delikanlı her gün aşkla nehri yüzerek, karşıya geçer, sevgilisiyle görüşür, tekrar yüzerek geri dönermiş. Bu buluşmaların birinde (son) delikanlı, sevgilisinin gözünde bir leke fark etmiş. Kız, ‘Sen bugün yüzme,’ demiş…
Tek tük kıvılcımlar kamp ateşinin seyrine ayrı bir tat veriyordu. Söze girmeyi planladı Dünya, gözleri ateşte dalgın. “Eee…” Bir şeyler söyleyecekti, ölçüp biçiyordu, zaman kazanmak, her şeyi bilen, her konuda hazır cevap olan pratik zekâlı sevgilisine yüz yılın, yok yok bin yılın sorusunu sorarak kendi psikolojisini rahatlatmak, gel-gitlerinden kurtulmak istiyordu. Daha fazla sünmesindi, sordu: “Aşkın ömrü ne kadardır?” Ama o da ne! Tam gollük bir muz ortaydı bu. Şimdi sazı eline alır (çok arabesk oldu, gitarı) başlardı soloya. “Ömür boyu…” diye girdi konuya. Söylediğine kendisi inanmazdı, yazar biliyordu bunu.
Çingene falcının “A be! Bir kısmet var, üç gün mü desem, üç ay bilmem, üç yıl mı yoksam…” tekerlemesiyle devam edecekti, hafiften yokladı freni. Karşı yamaçtaki tepeler tam yeşil olmalı, aslında bunun adı bahar, her yer yeşil olmalı, dedi Ressam Bob. Hava kararıyordu ufaktan. “Yedi.” dedi, “Yani yedinin katları, diye biliyorum. Zaten her şey bu sayıya göre şekillenmiyor mu? “Bence yedi sonsuzluktur. Göğün yedi katını ele alalım,” dedi, sustu. Yedi uyurlara girmedi bile. “Sonsuz aşk, yani griden siyaha dönüşen şu gökyüzünün (iki yıldız belirmişti bile) sonsuzluğu gibi.” “Vay…” Burası bir sahne olsa alkış kopardı şimdi. Sağ kolunu gökyüzüne uzatmış, tiradını çekerken resmetti Bop onu.
“Tava nerede?” Kap kacağın bagajdan henüz inmediğini fark eden Kaan’dı. Lafı, ortamı değiştirme adına: “Ben alıp geliyorum.” dedi ve gitti. “Siz ne diyorsunuz arkadaşlar?” Komşu çadırdaki çiftin kafalarının üzerinde konuşma baloncuğu oluşacak gibi değildi; onlar ikinci kadeh şarabın rehavetiyle yüzlerine gülücükler dondurmuş, (kondurmuş, değil) konuşmayız da konuşmayız, biz böyle iyiyiz, diyorlardı; ama minik kıkırdamaları çok candandı. Bob onları çizemeyecekti. Tava geldi, Dünya sahnedeydi şimdi, klasik kamp yemeği hazırlığına girişti: Makarna. “Keşke salça olsaydı…” Kaan domatesi, biberleri yıkadı yalap şalap, erkek hassasiyetiyle. “Iyyy.” diye bir ses Dünya’dandı, bu da resmedilemezdi. “Yemek sonrası ne yapıyoruz?” İlk defa konuştu komşu çadırdaki kız. Duymazdan geldi Kaan, aklı deminki konuda, yedi yıldır aşkın ömrü, bunu biliyordu; kendine sakladığı için lafı dolandırmış durmuştu.
“Çin çin…” Kadehlerin sesi. Bu cümle bize “Kuzuların Sessizliği”ni çağrıştırdı. Anlam olarak değil elbet, fonetik olarak. Bu ayrıntının burada ne işi ola ki demeyin, diye höykürdü yazar. Devam edildi. Şarap ve sohbet… “Ne çok yıldız…” “İşte Kutup Yıldızı!” “Hani, hangisi?” Kaan, gözlerini Dünya’sına çevirdi. “Burada, işte burada, tam karşımda!” “Ooo…” seslerini de tabloya koyamayacaktı ressamımız; ama her iki çiftin müziksiz dansı pekâlâ resmedilebilirdi. Yemyeşil çimenlerden oluşan pist, iki çadır, dört sandalye, bir kamp masasından oluşan seyircilerine muhteşem bir performans sunuyordu. Hadi biraz daha ileri gidelim, fonda “Moonlight Sonata” olsun; zaten o, en azından bir saat sürmesini bilirdi.
Tangoya dönüşecekti neredeyse, komiklik olsun diye. Oysa romantizmin doruklarında başlamış, devam ediyordu bir süredir, yatay duyguların dikey göstergesi dansları. Kaan’dı bu zıpır fikrin sahibi. İki çadırın da uykusu gelene kadar, yani bir buçuk şişe şarap boyunca aşk, meze yapıldı sohbete. Bu ciddi duygu meze yapılsın, olacak şey değildi! Kimine göre dünyayı döndüren, mevsimleri yaratan bu yüce duygu, Kaan için üreme öncesi yakınlaşmadan başka bir şey değildi de bunu Dünya’ya nasıl söylerdi. “Bakın bakın Büyük Ayı’yı görüyor musunuz? Az yanındaki de Küçük olanı.” “Ne güzel anlatıyorsun, ama arkadaşlar uyuklamaya başladı.” “Hımm… Keselim yani” “Hadi artık yatma vakti.” Güzel bir gece, temiz bir uyku bekliyordu her iki çifti. Yarın mı? Henüz yarın için bir plan yok. Mutlularsa devam, değillerse dönüş.
Çadırlar sessizliğe büründü kısa sürede. Yorgunluksa yorgunluk. Danslar, sohbetler bitmiş, çadırın içindeydiler şimdi. Cumartesi gecesi ateşi mi? O çoktan söndü. Uyku ile uyanıklık arası o renkli tünelde şimdi sıra geldi okuyucuyla hesaplaşmaya.
Yazıyı baştan sona okudun, diye ahkâm kesti yazar. Ucu açık bir aşk yorumu bulmuşsundur son cümleyle beraber. “Tek” bölümleri okusaydın sadece olumsuzluk kokacaktı aşk, “çift”lerdeyse bir güzelleme bulacaktın. Ama ben üzerime düşeni yaptım, aynayı her üç şekilde de sundum sana. “Tek” ve “Çift”leri kolay bulasın diye paragrafların ilk harflerini “T” ve “Ç” lerle başlatmak için göbeğimi çatlattım. Şimdi okur tüm paragraf başlarını gözden geçirir, ama tekrar okumaya üşenir miydi?
Sana metni bir daha okuttum ya, diye gülümsedi müstehzi. Narsisizm miydi bu, yoksa Kısa Öykü türüne katkı arayışları mıydı yazarın, bilinemedi.