“Eskici, eskileri alırım. “Eskici!” diye bağırdı. Hava oldukça soğuktu. Sokakta soğuktan titreyen kediler ve köpeklerden başka kimsecikler yoktu. Akşam olmak üzere olduğunu biliyordu, ama saat kaçtı?
Kolumda bir saat olsa, şöyle afilli” diye geçirdi içinden, tablasını bırakıp koluna baktı ve hayal etti. Tekrar yürümeye devam etti. Evlerin ışıkları yanmaya başlamıştı bile. Gün kendini geceye teslim etmeye hazırlanıyordu.
“Eskici, Eskici!” diye bağırdı tekrar, ama bugün iş çıkmayacaktı. Zira akşam olmuştu, ama bugün kimse eskilerden vazgeçmek istememişti. Aslında şimdilerde kendisi gibi eski alan yoktu. Yeni nesil hurdacılar ve giysiler için kumbaralar vardı. Belediyeler bazı mahallelere ihtiyacı olanlar için ikinci el kumbarası koymuştu. Koymuştu da içine gerçekten işe yarayan bir kıyafet atan var mıydı? Bilinmez. Hurdacılar ise artık işlerine yaramayan hiç bir şeyi almaz olmuşlardı.
Nicedir eskiciydi Haydar. Kafa bile eskiydi onda, hala tahta tablasıyla dolaşmaktan vazgeçmemişti. Eskiye ait ne varsa alıp satardı. Hayatını böyle devam ettirmeye alışmıştı. Arada bir aldığı eskileri karıştırır, işine yarayanları ayırır, kalanını hurdacılara ya da eskici dükkanlarına götürürdü. Pek çoğu işe yaramaz şeylerdi. Ama her eski bir hatıraydı, bir yaşamdı onun için…
“Ben olsam kolay vazgeçmem bana ait olanlardan” derdi. Küçük barakası önemli saydığı eskilerle doluydu. Keskin esen rüzgarla üşüdüğünü fark etti. Yakaları yıpranmış, kolları yamalı paltosunun önünü kapadı. Bunu da yaşlı bir kadıncağızdan almıştı.
‘Gün bitti, hadi bakalım, Haydar efendi’ dedi. Hızlı adımlarla eve doğru yol aldı. Uzunca bir yolu vardı. Bütün gün pek çok sokak, cadde, mahalle geçerek buraya gelmişti. Parmak uçları soğuktan donmak üzereydi. Birisinin ona seslendiğini duydu. Çevresine bakındı. Karanlıkta kimseyi göremedi. Sesin geldiği tarafa yürüdü. Bir el onu çağırıyordu. Tablasını kenara bıraktı, koşar adımlarla kadına doğru gitti.
“Kıyafet alır mısın? Yazık, çok yeniler, atacağım yoksa” dedi elindekileri umursamayarak… Kafa salladı. Kadın elindeki torbayı bıraktı. “Bir şey istemez, işine yararsa al” diyerek apartmanına girdi.
”Eyvallah” dedi. Haydar. Haydar torbayı tablasına döktü. İçinde gömlekler, pantolonlar, bir çift ayakkabı ve bir de saat vardı. Gözleri ışıldadı adeta… Önce ayakkabıları denedi. Biraz sıkmıştı ama aldırış etmedi. Nede olsa ayağındakilerden yeniydi. Üstelik delik değillerdi. Gözü saate takıldı. Sersem bir gülümseme belirdi dudaklarında… Çocukken babasının ona hiç elletmediği afilli saatini hatırladı. Gömleğinin kollarını kıvırdığında yüzünde apaçık beliren kibiri. Saati eline aldı, durmuştu. Biraz salladı, sonra kulağına götürdü. Çalışmamıştı. Camına vurdu, tekrar salladı. Yelkovan hareket etmişti. Akrebin kaçı gösterdiğinin bir önemi yoktu. Zira hiç saati olmamıştı. Üstelik çalışmasa bile günde bir defa bile olsa doğruyu gösterecekti.
Özenle koluna taktı. Paltosunun kolunu kıvırdı ama kibirsiz. Artık bir saati vardı. Arada bir bakarak gülümsüyordu. Şimdi soğuğun bir önemi yoktu. Mutlu olmuştu Haydar. Tablasını iterek karanlıkta kayboldu…”