Tarihi milattan önce 6.yüzyıla kadar uzanan tiyatro; duyguların, düşüncelerin ve durumların sahnede sergilenmesi esasına dayanır. Yunanca, theatron kelimesinden türemiştir, seyirlik yer anlamına gelir. Tiyatronun Antik Yunan’da bağ bozumu tanrısı Dionysos adına yapılan dinsel törenlerde doğduğu kabul edilir. Ancak yapılan son arkeolojik çalışmalarla ortaya çıkarılan mağara resimlerinde çeşitli kılıklara girmiş insanların ritmik hareketler yaptığı görülmektedir. Bu sebeple tiyatronun tarihinin çok daha eskilere dayandığı tahmin edilmektedir.
Koltuğunda oturan seyirci, yalnızca doğalcı ve öykücü tiyatrodan hazır beklentileri nedeniyle Ionesco’nun Kel Şarkıcı’sı gibi bir oyunu şaşırtıcı ve anlaşılmaz bulacaktır. Aynı seyirciyi bir müzikhole oturtun, komedyenin ve yardımcısının bir izlek ve öyküden yoksun,eşit ölçüde saçma gevezeliklerini ses çıkarmadan kabulleneceklerdir. Oysa çocuklarını Alice Harikalar Diyarında’nın her yerde yapılan gösterilerinden birine götürdüğünde orada da geleneksel Absürd Tiyatronun saygın örneğini, son derece keyifli ve anlaşılabilir bir biçimde bulacaktır. Bunun tek nedeni ise; alışkanlık ve kökleşmiş geleneğin halkın gerçek tiyatrodan beklentisini iyice daraltmış olmasıdır ve böylece tiyatronun alanını genişletme çabaları, kesin çizgilerle belirlenmiş bir eğlenceyi izlemeye gelen ve azıcık farklı bir yaklaşımın üzerlerinde etki bırakmasına izin verecek açıklıkta bir düşünceden yoksun olanların öfkeli tepkileriyle karşılaşır.
Absürd Tiyatroda öne sürülen tez veya verilmek istenen mesaj asla açıklanmaz, onu herkes istediği gibi anlar ve yorumlar.
Haksız kadar haklı, kötü kadar iyi, zalim kadar mazlum da çoğu kez aynı ölçüde gülünç edilir.
Absürd Tiyatroda amaç; seyirciyi “düşündürmek, tedirgin etmek, onun suratına, iç çirkinliklerini gösteren bir ayna tutmak”tır.
II. Dünya Savaşı’nda yaklaşık elli milyon kişinin ölmesinden sonra Avrupa’da büyük bir yıkım olmuş, insanların zihninde yaşamın anlamı üstüne ciddi bir sorun baş göstermiştir. İnsanlar boşuna yapılan çabalamaların, boşuna bekleyişlerin acısından kaynaklanan bir umutsuzluğa düşmüştür. Bu umutsuzluğu, karmaşayı görsel bir şekilde dışa vurmanınsa yeni bir umut kaynağı olacağı düşüncesindedirler. Böylece Avrupa’nın çeşitli sahnelerinde uyumsuz tiyatronun öncüleri ortaya çıkmıştır. Özellikle Nietzsche’nin “Tanrı Öldü” çığlıklarından ve insanların içinde taşıdığı endişe, bunalım, boşunalık duygusundan beslenen Absürd Tiyatro Samuel Beckett ve Eugene Ionesco gibi öncü isimlerle tiyatro tarihine damgasını vurmuştur. Bu türün ilk örnekleri Beckett’ın Godot’yu Beklerken‘i ve Ionesco’nun Kel Şarkıcı‘sıdır.
Ayrıca savaş olgusunun yanında 20.yüzyılda iyice belirmeye başlayan endüstri çağı da yazarlar üzerinde etkili olmuştur. Bu döneme kadar köye, kasabaya, kente dağılmış olan küçük büyük topluluklar, dinsel inançların, gelenek ve törelerin, alışkanlıkların, sınırladığı bir dünyada yaşıyorlardı. Çeşitli çevrelerden gelen bu insanlar artık endüstri merkezlerinde toplanıyor, korkunç bir gücün taşıyıcısı olan kitlenin içinde yeni bir yaşam düzeni kurmak ve ona ayak uydurmak zorunda kalıyorlardı. Eskiden bu insanlar arasındaki uyumsuzluklar dinsel inançlarla bir dereceye kadar örtülebiliyordu. Şimdi yüzyıllar süresince geçerli olan değer yargılarının kırıldığı, inançların içeriğini yitirdiği materyalist bir dünyada buluyorlardı kendilerini. İnsanlar birbirlerine yabancılaşmaya başlıyor, anlaşma araçları gittikçe kısıtlanıyor, birbirinin dilini bile anlayamaz hale geliyorlardı. Yeni bir insan türü çıkıyordu ortaya: Toprağından, yaşadığı çevreden, doğal bağlantılarından koparılarak yapay bir ortam içine itilmiş olan ve kitle içinde tek başına kalan yalnız insan absürd tiyatroyu besleyen damarlar olmuştur.
Stanislavski’ye göre psikolojik yaşantımızı üç güç kaynağı yönlendirir. Bunlar; akıl, irade ve duygudur.
Akıl ve iradeyi denetleyebilmek her insanın kolayca yapabileceği şeylerdir. Ama, duyguları denetlemek o kadar da kolay bir şey değildir. Bir oyuncu için önemli olan bu duyguları denetim altına alabilmektir. Bu noktadan hareketle oyuncunun yapacağı ilk şey, rol kişisi ile kendi benliği arasında benzerlikler bulmaya yönelmektir. Oyuncu ancak kendi karakterinde mevcut duyguları yansıtabilir. Kendi karakterinde olmayan duygu ve düşünceleri yaratması olumsuz sonuçlar verebilir.
Stanislavski’ye göre oyuncu, canlandıracağı kişiyi derinlemesine, şu sorulara karşılık vererek, incelerse daha başarılı olur.
Çağ, zaman, ülke, yaşam şartları, psikolojik yapı, yaşayış biçimi, toplumsal durum, dış görünüş, alışkanlıklar, tavır, hareket, ses, konuşma biçimi, karakteri, yapısı…
Stanislavski’nin oyunculuk yöntemi natüralist anlayışa dayanır, ki kendisi natüralist tiyatro anlayışının en önemli ustalarından biridir. Natüralist anlayışta tiyatro çevreyi yansıtan bir ortam olarak düşünülür. Ancak Stanislavski’nin kuramını uygulamak için ille de natüralis bir sanatçı olmak gerekmez. Sanatçının tuttuğu yol ne olursa olsun, o sanatçı Stanislavski’nin yöntemini kullandığında insan duygularına, davranışlarına ve konuşmalarına varabilecek, böylece rolüne inandırıcı bir yorumla yaklaşabilecek, rol kişinin iç dünyasını yansıtabilecektir.