Gecenin karanlığında kurumuş ağaçlarla çevrili taş yolda ilerlerken hafif esen rüzgar uçuruyordu saçlarımı. Buraya uzun süre önce yerleşmiştim ama gündüzleri dışarı çıkmayı pek sevmediğim için genelde herkes evlerine çekilmişken, yalnız başıma meydana kadar gidip oradaki devasa heykelli süs havuzunun yakınında bulunan banklara oturmayı ve gökyüzündeki yıldızları izlemeyi seviyordum. Meydanın yakınındaki evlerden daha uzakta ve yüksekte yer alan evimden, her gece olduğu gibi bu gece de herkes evlerine çekildiğinde çıkmıştım. Benim kaldığım ev, daha çok asırlar önce terk edilmiş ama nedense hiçbir zaman eskimemiş bir kaleydi. Kalenin meydana kadar giden ışıklandırmalı taş bir yolu vardı. Genelde kimse o yolu çıkıp yukarıdaki kaleye gelmezdi.
Meydana geldiğimde yavaşça banklardan birine oturdum, daha sonra ise meydanın etrafındaki hâlâ ışıklarını söndürmemiş evlere baktım. Camların perdeleri çekilmişti. Bir süre evleri sessizce izledikten sonra, gökyüzüne çevirdim gözlerimi. İyice kararmış gökyüzünde birkaç parlak yıldızla beraber kocaman bir dolunay duruyordu. “Yalnız takılıyorsun yine.” Tanıdık gelen bir sesle kafamı sesin geldiği yöne çevirdim. Sesin sahibi kalede benimle kalan yakın arkadaşım Francesco’ydu. Evden çıkmadan önce onun hâlâ uyuyor olabileceğini düşünmüştüm; ama demek ki uyumuyormuş. “Sen uyumuyor muydun?” dediğim sırada yanıma oturdu. “Uyuyordum bir süredir ama beni bilirsin, ay çıkınca uyumam.” Bana sırıtarak baktı, gözlerimi ondan çekecekken kolunu omzuma atıp, “Bu gece de burada sessizce oturup evleri izleyeceğim deme bana!” dedi. Ona kafamı çevirip, “Şimdilik,” diye karşılık verdim sakince. Sırıtarak kolunu çekerken, üstümü düzelttim ve gökyüzündeki dolunayı sessizce izleyerek gecenin ilerlemesini bekledik.
Herkes yatıp, ışıklar da sönünce etraftaki uğultu kulakları doldurmaya başlamıştı. Baykuş sesleri, rüzgardan dolayı hışırdayan ağaçlar, yere kadar çökmüş sis… “Ürpertici.” Francesco’nun sesini duyunca gözlerimi ona çevirdim; ama bir şey söylemedim. Ayağa kalkıp, yakamı düzeltirken o da kalktı.
“Şimdi ne yapıyoruz?” Gözlerimi meydanın etrafındaki evlerde dolaştırıp, “Her gece yaptığımızı.” dedim. Francesco kıkırdadı ve onunla saniyesinde yollarımız ayrıldı.
Anında etrafımı saran siyah bir duman ve sonrasında gerçekleşen dönüşüm, bana tekrar gökyüzünde özgürce uçma fırsatını sunmuştu. Evlerin çatılarında ve ağaçların arasında bir süre uçtuktan sonra uçmayı daha fazla uzatmadan, gözüme kestirdiğim evlerden birinin açık olan camından içeri girdim. Tekrar bedenime geri dönüp yatak odasını sessizce aramaya başladım. Her yer zifri karanlık da olsa sahip olduğum özel görme yeteneğim sayesinde etrafı net bir şekilde görebiliyordum. Ev fazla büyük değildi; bu yüzden üst kata çıkar çıkmaz odayı bulmuştum. Odanın kapısına kadar gelip yavaşça kapıyı açtım. Ay ışığı çift kişilik yatağa vuruyordu ve rüzgarla beraber sallanan ağaçların dalları, cama sürtünerek rahatsız edici sesler çıkarıyordu. Ağır ve sessiz adımlarla ilerledim yatağa. Yatakta sadece genç bir kız vardı ve kabus görüyor gibiydi. Sayıkladığı sırada yatağın boş tarafından ona doğru yaklaştım. Hareketleri ve sayıklaması durunca uzun saçlarını boynundan çekip, sonunda sussuzluğumu gidereceğimi düşünerek gülümsedim. Boynuna yaklaştım, gözlerimi kapattım ama tam dişlerimi geçireceğim sırada nefesim kesildi. Kendimi aniden geri çekip tuhaf atmosferin sebebini çözmeye çalışırken gözleri hızla açıldı. Onun uyandığını gören ben, ne yapacağımı şaşırıp yataktan kalkmaya çalıştım fakat uğraşırken ayağım yorgana takıldığı için yere düştüm. Kızın korku dolu çığlığı sonucu ben de çığlık attım istemsizce. Yataktan apar topar ayağa kalktı, koşarak ışığı açmaya gitti. Açtığı anda gözlerim kamaşmıştı. Ben inlerken o tekrar çığlık attı. “Ah! Yetmez mi çığlığın?” Gözlerim ışığa alışınca elindeki uzun odunu bana doğru yönelttiğini fark ettim. Onu nereden bulduğunu düşündüğüm sırada sesini duymamla dikkatimi ona verdim. “K…K…Kimsin?!” Korkuyordu, sesi titremişti. Hızla kendimi geri çektim. “Önce sakin ol, sakin ol.” Beni dinlemeyip de odunu bana vuracakmış gibi yaklaştırınca, “Aaa! O odunu çeksen mi önce? Beni öldürmek mi istiyorsun?” diye bağırdım endişeyle. “Hayır! Kimsin? Ne istiyorsun?” Sussuzluktan ağzımın ve boğazımın kurumuş olduğunu hatırladım ve çekinerek ayağa kalktım. Her hareketimde odunu da hareket ettirmesi beni korkutuyordu. “Ben…” Çok güzel, bir açıklamam yok. Şimdi ne diyeyim ona? “Önce sakince odunu bırak, sana zarar vermeyeceğim.” Israrla beni dinlemediğini fark edince iç çektim. “Lütfen.” Korkarak odunu yere bıraktığında içim rahatlamıştı. “Şimdi söyleyeceklerimle odunu tekrar eline alacağını düşünüyorum; ama umarım kafama gelmez.” diyerek kıkırdadığım sırada kaşları çatık olarak bana bakmaya devam etti. Çok ciddi bir ortam, kesin bu kız beni burada öldürecek! “Ben Alex, bu küçük ve ürpertici kasabada uzun yıllardır yaşıyorum.” Aynı yüz ifadesi. Hiçbir değişme olmayan yüzüne baktım. “Ve sen?”
“Evimde ne yapıyorsun?!” Bağırdığında yerimde sıçradım. “Haaa! O… Şey ya…” Zorla yutkunurken saçlarımı karıştırdım yavaşça. “Efsanelere inanır mısın?”
“Ne alaka şimdi?!” Çok sinirli olduğu için korkudan hafif hafif titriyordum. Gülümseyerek kafamı kaldırdım. “Yukarki kaleyi biliyor musun?” Yüz ifadesi anında değişip daha korkulu bir ifadeye dönüşmüştü. “O kaleye kimse gitmezmiş.”
“Evet, peki neden?” Onun korkulu sesinin aksine benim sesim neşeliydi. Bunun, genelde insanları sevmem ve uzun süredir onlarla konuşmamış olmamdan kaynaklı olduğunu düşünüyordum. “Oralara gidenleri öldüren ruhlar olduğu söyleniyor.” dedi. Aniden gülmeye başladım, bunu gören kız korku ile elini oduna koydu. “Yok, yok! Bir şey yapmayacam. Sakince çek elini lütfen.” Tedirgin ses tonumu duyunca elini çekti. “Aslında bu gerçek olmayan bir söylenti. Orada birilerini öldüren ruhlar yok.”
“O zaman neden gitmiyorlar? Bir dakika ya! Şu anda bunun benim evimde olmanla ne alakası var?!” Tekrar bağrınca, “Anlatıyorum, izninle.” dedim. “O kaleye yaklaşmıyorsunuz çünkü aslında orası, geceleri sussuzluklarını dindirmeye giden vampirlerin yuvası ve büyük ihtimalle onlara yaklaşmanın başınıza büyük sıkıntılar açacağını düşünüyorsunuz.” Şaşkınlıkla dudakları aralandı, kısa bir süre bir şey düşündü ve anında eline odunu aldı. “Sen…” Bana korku dolu bir şekilde bakıyordu, artık anlamış olmalıydı. “Hey! Sakin ol…” Gergin bir şekilde bedenimi duvara yaslamıştım. “Bana zarar vermek için buraya geldin!”
“Ooo! Yok, sadece sussuzluğumu giderecektim.” Onu sakinleştirmeye çalışsam da korkusundan dolayı kendini korumak istiyor gibiydi. Kesinlikle elindekini bırakmayacağını anlamıştım. “Sussuzluğunu gidermek mi? Bana zarar vereceğinden eminim! Sana niye güveneyim ki?”
“Öyle bir şey demedim! Lütfen sakinleş. Sana zarar vermeyecektim, sadece biraz canın yanacaktı ama sussuzluğumu giderince gidecektim.” Korkudan titrediğini fark ettiğimde içimde bir burukluk oluştu. “İçemedim zaten.” Odunla aniden bir hamle yapacakken korku ile baktım ona, duraksadı ve “İçemedin mi?!” diye sordu.
“Sana yaklaşınca bir anda iştahım kapandı sanki.”Bunu söylediğimde aniden odunu yere attı ve metal bir vazoyu eline aldı. “Yok artık ya! Sen beni öldürmek mi istiyorsun?”
“İştahının kapanması iyi bir şey mi?”
“Hayır, sanırsam. Bilmiyorum.”
“Doğduğundan beri o kalede yaşayan bir vampir miydin? Oradaydınız, bizden beslendiniz ama bizim bundan haberimiz yok muydu?” İçimde yavaş yavaş oluşan heyecanla ona baktım. İlk defa biri benim hakkımda bir detayı merak ediyordu. Belki de bundan çok etkilenmemin tek sebebi, küçükken umursanmamış olmamdı. İnsan olan arkadaşlarım olmuştu ama onlar da beni umursamamışlardı. Onlarla ilişkim de pek iyi olmamıştı zaten. Yine de herkese karşı içimde yok edemediğim bir sıccakkanlılık vardı. Şimdi, hiç tanımadığım bir insan merakla bir soru sormuş ve bana, uzun süredir hissetmediğim o güzel hisleri hatırlatmıştı. “Hey! Sana dedim.” Bana bağırana kadar duygusal dünyamdaydım, sesini duyduğum anda korku ile ona baktım. “Sanırsam…”
“Bunu da mı bilmiyorsun?”
“Net hatırlamıyorum.”
“Bu kadar konuşma yeter, git ve bir daha asla dönme!” Bir süredir onunla konuşuyor olsam da gergin atmosferden dolayı gözlerine dikkat edememiştim. Keskin bakışları, ışığın altında parlak yeşil gözleri ve çatık kahverengi kaşlarıyla içimdeki iştah kapatan tuhaf histen farklı olan başka bir his canlanmıştı. “Bu gece başka bir yerde bul içeceğini.” derken elindeki metal vazoyu yerine koyuyordu. Arkasından onu izlediğim sırada, “Bana adını söylemedin,” dedim yumuşak bir sesle. Kafasını arkaya çeviirp sinirli bir bakış attı. “Bir daha karşılaşmayalım.” Bana cevap vermemiş olması sinir ederken kapıyı işaret etti. “Git artık.” Sanırsam cevabı buydu. Benim gibi birine ismini söyleme gereği duymamıştı.
Gün ağarmadan önce kaleye geri dönmüştüm. Sussuzlukla odama çıkmak için devasa merdivenlere ilerlediğim sırada Francesco’nun sesini duydum. “Ne o, sussuz gibisin hâlâ?” Merdivenleri inerken onun sussuzluğunu giderdiğini ve daha canlı olduğunu fark ettim. Basamaklardan birine adımımı atacağım sırada duraksadım ve yanıma inmiş Francesco’ya çevirdim bakışlarımı. “Ben vampir mi doğmuştum?” Bu soruyu beklemeyen Francesco afalladı. Ne diyeceğini bilemediğini fark ettim. “Neyse… Unut,” deyip gidecekken kolumdan yakaladı beni. “Alex, belki de artık vakti gelmiştir.” Ciddi ses tonunu duymam ile meraklı bakışlarım hızla ona döndü. “Neyin? Bu ne demek şimdi?”
“Burada konuşamayız, yorgunsun. Gel oturalım.” Kolumu bırakıp büyük oturma salonuna geçtik. O, kırmızı koltuklardan birine otururken, yanına kafamdaki sorularla boğuşarak ilerledim. “Uzun zaman önce büyük büyük deden bu kaleyi yaptırdığında, ona misafir olarak kalmaya bir kadın gelmiş; giysileri bu kasabadan olmadığını belli ediyormuş, bitkinmiş ve bir süreliğine kalacak yere ihtiyacı varmış. Büyük büyük deden iyi kalpli bir adam olduğu için kadının kalmasına izin vermiş, zaten kale de kocamanmış ve yalnız kalmak istemiyormuş. Ama bilmediği bir şey varmış, o kadın bir cadıymış. Her kasabayı, köyü dolaşır; oradakileri lanetlermiş. Ne yazık ki büyük büyük deden de onlardan biri olmuş. Kaleyi ve onu lanetlemiş. Bu kalenin içinde doğan her bir bebek lanetli doğarmış. Maalesef büyük büyük deden hayatını kaybederken bundan kimseye bahsetmemiş çünkü bu kale onun ölmüş eşinin ruhuna ev sahipliği yaparmış, kalenin terk edilmesini istememiş.” Anlattıklarının şoku ile sarsılmıştım. “Bu doğru olamaz, beni kandırıyorsun. Eğlenceli sanıyorsun Francesco ama ben eğlenmiyorum!” Endişeli hâlimi gören Francesco iç çekip ciddi bir sesle, “Alex, ne yazık ki anlattıklarım doğru.” deyince hızla ayağa kalktım. “Saçmalama!”
“Sen de burada doğdun. Büyüdükçe lanet etkisini gösterdi ve şimdi bu hâldesin.” Kafamı iki yana sallamaya başladım telaşla. “Yalan… Yalan olmalı bu!” Ben telaşlandıkça Francesco ciddileşiyordu. O normalde bu kadar ciddi biri değildi, bu yüzden doğru söylediği belliydi. “Lanet,” dedim zorla çıkan sesimle. “Ortadan kaldırmanın bir çözümü var mı?” Sussuzluğumdan ve dehşete düşmüş olmamdan dolayı ağzım ve boğazım iyice kurumuştu, yutkunmak canımı yakıyordu. “Sanırsam var.”
“Ne peki?!” Heyecanla bağırdığımda Francesco iç çekti umutsuzca. “Ama nereden bulacaksın?”
“Sen bana söyle, hallederim!” Israrım sonucunda, “İlki kaleden uzak durmak; ikincisi ise zor olan, çok değerli bir kan varmış. Sadece birinin bedeninde olan bir kan. O kan ve sönmemiş umut bitkisini karıştırıp bir iksir yapacaksın. Bitki bulunur; ama o kana ulaşma ihtimalin çok düşük.” dedi. İlk başta ne kadar umut dolu olsam da bir anda ondaki umutsuzluk bana da geçmişti. Kafamı eğdiğimde, “O kana sahip biri hiç doğmamış da olabilir.” diye ekledi. Bunun üstüne ona, “Sonsuza dek bu lanetle mi kalacağım?” diye sordum. “Tek sen değil,” derken sesinin titrediğini fark edince gözlerimi ona çevirdim. Arkasına yaslanıp kafasını tavana çevirdi. “İkimizi de kurtaracak o kanı nereden bulabilirim?” Kendi kendime konuşurken bir anda aklıma dün geceki olay geldi. “Ah!”
“Ne oldu?”
“Acaba bir ihtimal…”
“Ne oldu?!” Heyecanla bana baktığında gözünde az da olsa oluşmuş umudu gördüm. Dün gece olanları hızlıca ona anlattım. “…Ama tek sıkıntı, ben onu ikna edemem. Maazallah kafama metal vazo ile vurur falan.” Francesco gülerek “Ben de yanında olurum, onunla tekrar konuşmalısın!” dedi. “İkimizi de öldürsün diye mi?” Kahkaha attı ve gülümseyerek, “Hayır tabii ki, o gerçekten sana farklı hissettirdiyse bir umut o, aradığımız kan olabilir.” dedi.
“Ya değilse?” Benim tedirgin sesimi duyunca omzuma elini koydu ve az önceki umutsuz kişinin bir anda umutla dolmasına şaşıracağım bir cümle kurdu. “Şimdilik olumlu sonuç alacağımızı umut edelim.” O kızın kanını içecekken iştahımın kapanmasının sebebi, gerçekten de onun özel kan olmasıyla bir bağlantısı olabilir miydi?
Kaç senedir beni ve çocukluk arkadaşımı habersizce etkisi altına almış olan bu lanetten kurtulmak için küçük bir umuda bel bağlamıştık. Sonuçları ne olacak olursa olsun, içimizdeki bu umudun varlığı ve kafamızda kurduğumuz hayaller bile bizi çok iyi hissettirmişti.
-Devam Edecek-