Boş Ders / Fatoş Erdinç

                                                       

Muazzez okulun orta kısmına bu sene başladı. Her bir dersin öğretmeni başka başkaydı. O, ilk zamanlar bu duruma alışamadığından bazı öğretmenleri karıştırırdı. Bir gün matematik öğretmeni ödevleri kontrol ederken, fen dersi defterini açıp gösterdi. Öğretmeni:

– Bu nedir kızım? dedi.

– Ödevim öğretmenim… 

– Ödevini yapmadığın gibi bir de beni kandırmaya mı çalışıyorsun?

– Hayır öğretmenim… Bakın yaptım.

Öğretmen durumu anlamıştı. 

– Allah Allah! Kızım ben ne öğretmeniyim?

– E şey, fen bilgisi öğretmenim…

Tüm sınıf gülmüştü. Öğretmen sinirlendi. Ters ters baktı Muazzez’e. Hemen öğretmenin ayakkabılarına baktı Muazzez. Eğer ayakkabıların iç kenarlarında aşınma varsa fen bilgisi öğretmeniydi. Çünkü o, ayakkabılarını birbirine değdire değdire yürürdü. Muazzez, neden daha önceden bakmadım diye düşünürken, sınıftakiler imdadına yetişti. Matematik diye fısıldadılar ona. Neyseki Muazzez matematik ödevini yapmıştı. Hemencecik gösterdi de rahatladı. Öğretmen sırtını dönüp gittiğinde arkadaşlarına bakıp gülmüştü. Küçük yaşta öğrenmişti, insan kendine gülmeyi bilmeliydi. Ders bitti, öğrenciler hurra teneffüse çıktılar. Muazzez ve sınıf arkadaşları bir sonraki dersleri boş diye sevinçlilerdi. Kaç zamandır Türkçe öğretmenleri yoktu. Kara kışta olduklarından bahçeye çıkamıyorlar bu yüzden de sınıflarında oyunlar oynuyor, dedikodu yapıyor ya da öylece oturuyorlardı. Uğultulu sınıfa bir kadın girdi. Topuklu ayakkabılarını bastıra bastıra yürüdü ve tahtanın önünde durup sınıfa baktı. Feleği şaşan öğrenciler otomatik olarak ayağa kalkmışlardı bile. Bu kadın uzun boylu, gür, kıvırcık siyah saçları omuzlarına kadar inen, sert ifadeli biriydi. Üstünde beyaz, şık bir gömlek, altında da diz boyu siyah bir eteği vardı.  Bu kadın:

– İyi dersler çocuklar. Ben yeni Türkçe öğretmeninizim. Adım İlknur. Aslında Almanca öğretmeniyim. Esas öğretmeniniz gelene kadar dersinize ben gireceğim. Oturun bakalım, dedi.

Eşekten düşmüş karpuza dönen sınıfın boş ders hevesi kursağında kalınca hepsinin yüzü düşmüştü. Bazı öğrenciler fısıldaşmaya başlamıştı.

– Dersi Almanca mı Türkçe mi anlatacak?

– Yok canım Almanca bilmiyoruz ki. 

– Acaba nasıl biri? 

– Pek ciddi gözüküyor. 

Öğrencilerle tanışma yapmamıştı. İzmir ve Almanya anılarından bahsetti. Sosyetik herhâlde diye geçirdi içinden Muazzez. Geçen gün annesinden duymuştu bu lafı. 

İlknur Öğretmen bir sonraki ders için ödev verdi. 5 ortalı, çizgili bir defter ve tahtaya yazdığı Jack London-Beyaz Diş kitabının alınmasını istedi. Muazzez ve sınıftaki bazı arkadaşları kara kara düşünmeye başlamışlardı. Bir defter ve kitap almak bile çok büyük masraf olacaktı aileleri için. Sene başında istenen ders kitaplarını bir şekilde alabilmişlerdi. Şimdi sene ortasında nereden çıkmıştı bu kitap isteği? Nereden gelmişti bu öğretmen? 

Muazzez eve gittiğinde iki ablasının da okuldan geldiğini gördü. İkisi de liseye gidiyordu. 

– Erken gelmişsiniz.

– Gezi vardı bugün, hiç gitmedik okula. 

Ablaları ondan sonra evden çıkardı, evlerine daha yakındı lise. Muazzez de daha az yürümek için bir an önce liseye gitmek istiyordu. 

– Bugün yeni bir öğretmen geldi. Yeni defter, kitap istiyor. 

– Bizimkilerden götür bir şeyler. 

– Bakayım ama ya öğretmenin istediği evde yoksa?

– Annem gelsin sorarız hele. 

Anneleri fabrikada çalışırdı bütün gün. Akşamları yorgun argın gelir, iki lokma yemek hazırlar, konu komşunun dikiş işlerini de ek iş olarak yapardı. Ona rağmen anca geçinirlerdi. 

Annesi o akşam eve söylenerek geldi. Ev sahibi kiraya zam yapmıştı.

– Namussuz herif bizim iki kuruşumuzla zengin olacak sanki! Fare yuvası gibi eve utanmadan zam yapıyor. Sanki evi yeni yapılan apartımanlardan, kalorfer mi kalarfer mi her neyse işte onlardan olanlardan, okullarınızda var ya hele. 

Büyük abla atladı hemen.

– Kalorifer, öğren artık anne.

– Neyse işte! Aman derslerinizi iyi tutun, yoksam işe veririm sizi de! 

Muazzez atladı.

– Annem ben dikiş tutarım ya ne varmış?

– Hele git kız! Dikiş tutarmış! Sen önce bulaşık yıkamayı öğren. Kedi yalasa tabakları daha temiz olur.

Gülüştüler. Annesi hiç çalıştırır mıydı onları? Sadece derslerine çalışsınlar başka da bir şey istemezdi. Çok şükür kızların da dersleri iyiydi. Kira işi çıkınca Muazzez söyleyemedi annesine kitabı. Söylese anneciği borç harç yine alırdı ama gerek yoktu kadını borca sokmaya. Çözümü bulmuştu. Sınıftan bir arkadaşından ödünç alır, bir şekilde okurdu o kitabı da. 

Sabahın dondurucu soğuğunda zor bela çıktı sıcacık yorganından Muazzez. Annesi bağırdı.

– Zemheri zürefası gibi çıkma kız!

Uykulu bir şekilde yatağında oturarak bacaklarını iyice ısıtsın diye önce tozluğunu sonra yün içliğini sonra da koyu renk jile formasını giydi Muazzez. Dantelden yakasını aldı, annesine götürdü, o takardı hep. 

– Kız Muazzez sararmış bu iyice. 

– Hafta sonu çitilerim. 

– Düzgün yap, kar gibi olsun. 

Allahtan okul önlüğü siyahtı da kiri, pisliği saklıyordu. Öyle her zaman çamaşır yıkanmazdı. Annesi, beslenme saatinde yesin diye ekmek arası domates peynirini hazır etmişti. Çantasını topladı, yola koyuldu. Okul yolunda genzine kaçan kömür dumanlarını sabah kahvaltısı yapmıştı. Açıkta kalan yüzünü ve kulaklarını kıpkırmızı yapan sabah ayazını ise kendisine renk kattığını düşünerek severdi. Küçük yaşta öğrenmişti, insan hayatın zorluklarını oyuna çevirmezse hâline acır, dağılır giderdi. 

Muazzez domates misali yüzüyle okula geldiğinde öğrenciler bahçede sıraya girmiş, bekliyordu. Andımız okunacaktı. Onu gören Beden eğitimi öğretmeni:

– Muazzez hadi bugün sen oku, dedi. 

– Okurum öğretmenim.

Kürsünün oraya gitti. Herkes ona bakıyordu. Bugün başroldeyim diye düşünüp sevindi. Boğazındaki kömürü yakıtı yaptı, herkese sesini duyurabilmek için coşkuyla bağırdı. 

İlk dersleri Türkçeydi. Topuklularını bastıra bastıra sınıfa girdi sosyetik öğretmen. Muazzez ona bu ismi yakıştırmıştı. Teneffüste okuldakilere de yayacaktı bu lakabı. Amma da gülerlerdi. Muazzez’in beklemediği bir şey oldu. Sosyetik öğretmen 5 ortalı, çizgili defterin ve yazdığı kitabın alınıp alınmadığını tek tek kontrol edeceğini söylemişti. Bu kadar çabuk mu? Muazzez evde unuttum der geçiştiririm diye düşündü hızlıca. Önündeki öğrencilerin defteri, kitabı tamdı. Ne ara almıştı bu hainler? Önlerde oturduğundan sıra çabucak ona gelmişti. Önünde sadece çizgili bir defter vardı, öğretmen baktı. 

– Bu defter 3 ortalı ve ilk sayfaları yırtılmış. Bak yırtık izi var. Kitabın nerede? 

– Öğretmenim kitabım…

Öğretmen anında tokadı yapıştırıvermişti Muazzez’e. Muazzez beyninden vurulmuşa döndü. Daha önceden azar işittiği olmuştu ama ilk defa başına böyle bir şey gelmişti. Ayazın kızarıklığı daha yeni geçmişken bu tokatla tekrar kıpkırmızı olduğunu düşündü. Bu yaşadığını bir oyuna çeviremezdi. Hayır, bu çok ağırına gitmişti. Gözyaşlarına ve hıçkırıklarına hâkim olamadı. Tüm öğrenciler gözleri fal taşı gibi açık, bir öğretmene bir Muazzez’e bakıyorlardı. Öğretmen:

– Kitap ortada yok demek! Sorumsuz seni! dedi.

Muazzez’in o an tek yapabildiği hıçkırıklarla ağlamaktı. Öğretmen durmak bilmiyordu. 

– Neden alınmadı bakalım istediğim kitap?

Muazzez de hıçkırıklarını durduramadı. İçinde birikenleri kusmaktan alıkoyamadı kendini. Sesini çıkarabildiği kadar çıkardı.

– Öğretmenim, bizim kitabı alacak durumumuz yok.

Hıçkırıklar yüzünden kelimeleri kesik kesikti hep. 

– Annem gece gündüz çalışıyor yine de yetiştiremiyor. Babamız da yok bizim. Diyemedim anneme. Öğretmen kitap istedi diyemedim. Özür dilerim.

Bir sessizlik oldu sınıfta. Bu sessizlik sanki bir asır sürmüş gibi geldi herkese. Bir Muazzez’e bir öğretmene bakan öğrenciler şimdi şaşkınlıkla sadece öğretmene bakıyorlardı. Öğretmen hipnoz olmuş gibi Muazzez’e bakarken hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Öğrenciler ne yapacaklarını bilmez bir şekilde birbirlerine bakıyorlardı. Ağlamayın öğretmenim mi deselerdi yoksa Muazzez’i mi teselli etselerdi. Bir şey yapmaya cesaretleri yoktu, öylece oturdular. Derken öğretmen Muazzez’in kolundan yavaşça tutarak onu sınıftan dışarı çıkardı. 

Sınıfta şaşkın şaşkın kalan öğrenciler arasından sessizliği ilk bozan:

– Arkadaşlar, neler oldu öyle ya? dedi.

Diğerleri de hemen konuşmaya başladı.

– İlk defa ağlayan bir öğretmen gördüm.

– Ben de…

– Ben de ilk defa gördüm ya. 

– Öğretmen acaba müdüre mi götürdü Muazzez’i?

– Ya ben de kitap almadım. Ödüm kopuyor ne olacak şimdi?

– Ben de almadım.

– Ben de…

– Bence okuldan çıkınca hemen kitap alalım bir şekilde. 

– Arkadaşlar birlik olalım Muazzez’i koruyalım.

– Gidip kapıyı dinleyelim belki kapının önünde konuşuyorlardır.

Sınıftan dışarı çıkamayan öğrenciler meraklı sorularına ve konuşmalarına devam etti.

Öğretmen ve Muazzez ise sınıftan çıkınca koridorda durdular. Öğretmen gözyaşlarını sildi. Konuşmak için sesini temizledi. Bir süre sessiz kaldılar. Muazzez kendi acısını unuttu, öğretmenin hâline üzüldü. Öğretmen, küçücük kız nasıl da güçlü duruyor karşımda diye düşündü. 

– Çok özür dilerim senden. 

Muazzez bakışlarını yere doğru indirdi. 

– Estağfurullah öğretmenim.

Öğretmen yine sesini temizledi. 

– Adın neydi?

– Muazzez öğretmenim. 

Öğretmen ürkekçe Muazzez’in omzuna dokundu. 

– Muazzez, sen şimdi sınıfa gir, arkadaşlarınla zilin çalmasını bekleyin sonra çıkarsınız. 

– Peki öğretmenim.

Muazzez sınıfa girdi. Tüm sınıf üzerine çullandı. Sarılanlar, ne oldu çabuk anlat diyenler oldu. Tam olarak ne olduğunu Muazzez de anlamamıştı ama anlattı yaşadığı kadarını. Diğer derslerle gün devam etti. Muazzez dalgındı. O gün öğretmeni görmedi hiç. Sonraki günlerde de… Türkçe dersleri yine boş geçmeye başladı. Buhar olup uçmuş muydu bu kadın? Muazzez merak ediyordu İlknur öğretmenini. Sosyetik demiyordu artık ona. İlk defa bir öğretmen Muazzez’in karşısında ağlamıştı hatta ilk defa bir öğretmen Muazzez’den özür dilemişti. Nasıl merak etmezdi, nasıl unuturdu onu? Hatta evdekiler öğretmeniyle ilgili kötü şeyler söylemesin diye hiç bahsetmemişti onlara bu tokat olayından.

Öğretmenin ortadan kayboluşundan kısa bir süre sonra Muazzez hiç beklemediği bir anda her şeyi öğrenmişti. Nöbetçi öğrenciyken öğretmenler odasına çay götürdüğünde ister istemez duyuverdi konuşmaları. 

– Hani geçen sene İzmir’de bir uçak düşmüştü hatırlar mısın? Almanya’dan gelen Türkler vardı içinde. İşte o uçaktaymış ailesi. Yazık, kadıncağız ailesinin yanmış bedenlerini görmüş.  Ailesinin sağlam kalmış üç beş eşyasını vermişler, bir de yarısı yanmış kitap varmış aralarında, Beyaz Diş mi ne? Böyle şeyler anlatmış müdüre. 

– Toparlayamamış hâlâ kendini, bıraktı gitti bak. 

Muazzez nerede olduğunu unutarak avazı çıktığı kadar bağırmıştı. 

– Ah! Bu o kitap! 

Koşarak çıkmıştı odadan. Öğretmenler kızın hareketlerine anlam veremedi. 

Kendini koridora atan Muazzez’in duyguları karmakarışıktı. Üzgün, telaşlı, şaşkın, sorumlu, umutlu ama en çok da meraklıydı. Bir sağa bir sola yürüdü. Ona bir şekilde ulaşmalıydı. Yanıtını çok merak ettiği o soruyu sorarken hayal etti kendini: 

– İlknur öğretmenim, hayattaki büyük acılar da oyuna çevrilir mi?

Loading

Yazıyı nasıl buldunuz?

Oy için yıldıza tıkla!

Ortalama Oy / 5. Oy Sayısı

Oyu yok

We are sorry that this post was not useful for you!

Let us improve this post!

Tell us how we can improve this post?

Paylaşarak destek olabilirsiniz!
1984 yılında dev bir bebek olarak, 5 kg, bu hayata gözlerimi açtım. O dönem sosyal medya olsaydı bu nadir görülen irilik sayesinde 15 dakikalığına ünlü olabilirdim. Evet başıma bu gelebilirdi. Bebek olduğum için farkında olmayacaktım ama en azından büyüyünce hava atmak için bu durumu kullanabilirdim. Deve kuşu gibi doğduğum için haberlere çıkmışım, gündem olmuşum! Gerçi ailemle röportaj yapılacağı için en çok onlar yaşardı bu şöhreti. Annem “Hem de normal doğumla doğurdum.” derdi. Şöhret onları değiştirir miydi bilmiyorum. Bu irilik sağ olsun peşimi bırakmadı ve hayatım boyunca benimleydi. Özellikle çocukluk çağımda diğerlerinden farklı olmanın bedelini yalnızlıkla ödemiştim. Olsun ben kendimle mutluydum. Kendi kendine kalan birçok çocuk gibi ben de kendimi sevdiğim şeye verdim. Bu şey yazmaktı. Hayaller kurarak, kendimce öyküler yazarak, günlük tutarak kendi dünyamı renklendirmeye çalışmıştım. Hayatımın en yaratıcı dönemiymiş aslında sonradan anladım. John Lennon abimizin söylediği söylenen “Hayat siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir.” sözünü ben yıllarca sahiplenmişim. Özel kurumlarda koştur koştur tarih öğretmenliği yaparken yetişkinliğin getirdiği sorumluluklar da üzerine binince hayat beni koparıp atmış o güzelim çocukluktan. Şimdilerde çocukluğun o masumiyetine ve hayallerine dönüş yolundayım. Ne de olsa insan, en sonunda başladığı yere dönüyormuş. Ulaşabilmek dileğiyle. Bunun için de canım John Lennon’ın yukarıda yazdığım sözünü artık serbest bırakıyorum. Ben artık Lennon’ın güzel şarkısı “Hayal et!” bölümüne geçiyorum.
Yazı oluşturuldu 2

Bir yanıt yazın

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön