Anlatacağım bu hikaye belki de başımdan hiç geçmedi. Uyandığımı sandığım o cumartesi sabahı; uykuyla uyanıklık arasında gördüğüm bir düştü. Yine de biz buna yaşanmış olması muhtemel bir hikaye diyelim, çocukluğumun en unutulmaz hatırası olarak zihnimde yıllardır taşıdığım o günü ispata mahkum edip, gerçek olma ihtimaline zeval getirmeyelim. Birinci sınıfı bitirdiğim o sıcak cuma günü, okulun son ders zilinin çalmasıyla birlikte, sol ön ayağına katlanmış kağıt sıkıştırdığım eğri sıramdan bir ok gibi fırlamıştım. Okul kapısından bizim evin bahçe kapısına varana kadar nefes almaksızın koşmuş, annemin; bitlenmesinden korktuğu için bir numaraya vurdurduğu kabak kafamı, güneşin kavurucu sıcaklığına cömertçe teslim etmiştim.
Birinci sınıfa başladığım günden bu yana geçen dokuz ay boyunca koşarak, yürüyerek, sekerek, perende atarak aştığım bu yoldaki tek eğlencem; kendimle yarışmaktı. Her gün bir önceki günden farklı bir dönüş biçimi seçer, evin bahçe kapısına varır varmaz, erik ağacının gölgesine oturmuş, elindeki çalı çırpıyla toprağı eşeleyen dedemin karşısında hiç kıpırdamadan dikilir ve okuldan eve kaç dakikada geldiğimi söylemesini beklerdim. Yüzüme; bir yabancının gözlerinde görülebilecek uzaklıkla bakar, kupkuru ve ince parmaklı elini ağır ağır göğsündeki köstekli saate götürür, dişsiz ağzının içinden, kendi kendine söylenirmiş gibi bir şeyler mırıldanır ve elindeki sopasıyla yere saati yazardı. Düzayak evimizin kendine hayrı olmayan ahşap kapısından içeri girer girmez çantamı bir köşeye fırlatır, kendimi de koca koca lale baskılarının olduğu pileli örtü ve sayısız yastıkla kaplı divanın üzerine boylu boyunca sererdim. Annem; okuldan dönüş saatlerimde ya temizlik ya yemek yapar olurdu. Ablam ise gelecekte bir gün eltisi, görümcesi, kaynanası olacak kadınlara hediye edeceği yemenilerin kenarlarını; kelebek, çiçek, tomurcuk motifleriyle bezemekle meşgul olurdu. Bu meşguliyet o kadar uzun sürerdi ki onu başka bir şey yaparken göremezdim. Akşam yemeği yiyeceğimiz saate kadar uzandığım divandan hiç kalkmadan, soyulup dökülen alçı izlerinin ve çatıdan sızan yağmur damlalarının tavanda oluşturduğu şekilleri seyretmek, onları bir şeylere benzetmek bu evdeki en büyük eğlencemdi. Papağan, tavşan, tabanca, bisiklet, futbol topu, yıldız… Benim hayal koleksiyonumun eşsiz parçalarıydı.
İşte o sıcak haziran günü, okuldan eve geldiğimde istisnasız her gün yaşadıklarım tekerrür etti. Dedemin; saatine usulca bakıp, rakamları yere çizmesinden, okuldan eve on iki dakikada vardığımı hesapladım. Annem; evi saran kokudan anladığım kadarıyla soğan kavuruyordu. Yemek yaparken bir yandan da içerideki sedirde iş işleyen ablama, aşağı mahalledeki bir kadının, adını tam hatırlayamadığım oğlundan bahsetti. (Mutfaktan sedirli odaya sesini duyurabilmek için o kadar yüksek sesle konuşuyordu ki; aşağı mahalledeki bilmem kimin oğlu, kendisinden bahsedildiğini kesinlikle işitmiştir.) Bu gürültü yetmezmiş gibi bir de dedemin bahçedeki ağaçtan kopardığı ve dünyanın tüm şeftalilerinden daha güzel olduğu iddiasını her seferinde yineleyerek, büyük bir iştah ve sesle yediği şeftali şapırtısı eklenmişti. Ben; çocuk bedenimin tüm gücüyle, okul çantamı duvarın köşesine fırlattım ve kendimi divanın üstüne serdim. Evdekiler ne kadar gürültücüyse ben bir o kadar sessizdim. Kafamın kalabalıklığının aksine ağzım hep tenhaydı. Kelimeler, nadiren de olsa dilimin ucuna kadar gelir ama dışarıya çıkmak için en ufak bir heves göstermezlerdi.
İşte o sıcak haziran günü, okuldan eve dönüp, divana uzandıktan kısa bir süre sonra yorgunluğumun da etkisiyle uykuya yenik düşmüş olmalıyım. Ertesi sabahın erken saatlerinde sokaktan gelen çocuk seslerini duyana kadar da hiç uyanmadım. Camdan dışarı baktığımda tüm sokak bembeyaz karlar altındaydı. Büyük küçük, sokakta ne kadar çocuk varsa hepsi kartopu oynuyordu. Haziran ayında kar görmenin şaşkınlığını bastıran bir sevinçle sokağa fırladım. Bileklerime kadar gömüldüğüm yumuşacık karda çıplak ayaklarımla ağır ağır yürüyor, iki üç adımda bir ardımda bıraktığım izleri görmek için geriye bakıyordum. Sağımdan solumdan, hızla kar topları geçiyor ama bana isabet etmeden havada yok oluyorlardı. Mahallenin ortasındaki dev çınar ağacının yanına yaklaştığımda omuzumda bir acı hissederek irkildim. Kafamı sağa çevirmemle birlikte göz göze geldik. İşte oydu. Yıllardır tavandaki izlerde gördüğüm papağan omuzumdaydı. Hayatımda gördüğüm en güzel yeşil tonuydu kanatlarındaki. Kaçıp gitmesinden korktuğum için olduğum yerde hiç hareket etmeden, nefes bile almadan durdum. Çocukların seslerinin arasından tanıdık bir ses adımı çağırdığında benimle birlikte papağan da korktu ve çınar ağacının en tepesine doğru kaçarcasına uçtu. Ardında bıraktığı tek bir yeşil tüy havada süzülmeye başladı. Tüyü yakaladığım anda dedem elimden tutarak eve doğru çekiştirmeye başladı. O kadar hızlı yürüyorduk ki geçtiğimiz yerlerdeki karlar eriyordu. Kartopu oynayan mahalleli çocuklar çil yavrusu gibi dağılmış, nereye gittiklerini bilmeden sağa sola doğru kaçışıyorlardı. Sanki dünyada benim dışımda herkesin fark ettiği bir felaket olmuştu. Bahçemize vardığımızda dedemin, her okul çıkışında beni karşıladığı erik ağacının dibinde çöktüm kaldım. Dedem; inci gibi dişleriyle bana gülümsedi, kuru ellerini göğsüne doğru uzattı, köstekli saatini, yaz kış üzerinden eksik etmediği yeleğinin cebinden özenle çıkardı, avucumun içine bıraktı ve eve doğru ağır ağır yürümeye başladı. Tam eşikten geçip eve girmek üzereyken geri dönüp, her zamanki uzak bakışlarının aksine sevgi dolu ve nemli gözleriyle bana bakıp saati sordu. Kısacık bir an, elimdeki saate bakacak kadar kısa bir an gözlerimi ondan ayırdım ve saniyeler sonra kafamı kaldırdığımda eşikte yoktu. Bir elimde papağanın yeşil tüyü, diğer elimde dedemin saatiyle annemin çığlığını duyana kadar orada öylece saatlerce oturdum.
Yedi yaşındaki kabak kafalı, sıska oğlan çocuğu; düş ve gerçek nerede başladı, nerede bitti, ikisi birbirine hangi andan sonra karıştı hiç bilemedi. Papağana benzettiği tavandaki şekli, o evde geçirdiği on bir yıl boyunca bir daha asla göremedi. O tuhaf haziran sabahından elinde kalan dünyanın en güzel yeşil tüyünü ve dedesinin emaneti köstekli saati, aradan geçen kırk yıl boyunca kimselere göstermeden sakladı.