Ben Cemre. Cemile ve Recep’in iki kızından küçük olanıyım. Bilmiyorum ismimden anladınız mı, annem ve babamın isimlerinden türetilmiş bir isme sahibim. İyi ki anlamlı bir isim denk gelmiş, zira hiçbir anlamı olmayan bir ismim de olabilirdi. Hoş, ben buna pek inanmıyorum ya. Neye mi? Bir anlamı olmayacağına… Dünya üzerinde kaybolan diller de dâhil tüm dilleri düşündüğümüzde her hece, her kelime mutlaka bir anlam bulmuştur diye düşünüyorum.
Ne diyordum? Küçük olan kızlarıyım, evet. Küçük olan, şanssız olan, sakar olan ve her gün irili ufaklı bir sürü talihsizliği şimşek misali üzerine çeken… Bu dünyada yaşamış tüm insanlara sorarım: “Var mıdır acaba benim gibi bir başka biri?” Bakın anlatayım:
Araba alırım, aynı gün ana yolda akü biter. Haftada bir asansörde kalırım. Merdivenle çıksam mermer basamak çatlayıp oynar. Balkona çıksam nereden geldiği belli olmayan bir uçurtma yüzüme yapışır ya da gözüme toz dolar. Bırakın elektronik olanları, hiçbir eşyayı tamire yeltenmem; çünkü bilirim ki elimde kalırlar. Bulduğum işlerde tutunamam. Ayrı eve çıkmak isterim ama düzenli bir işim olmadığından bu, söz konusu bile olamaz. Yolda yürürken ayakkabımın tabanı çıkar, gökten gelen bir top kafamda gümler. Bindiğim otobüs yolda, kapı kolları elimde kalır. Yastığım yere düşer boynum tutulur. Pilav yapıyorsam mutlaka o pilavın dibi tutar. Neredeyse her gün bardak, tabak kırmışlığım vardır. Yere varamadan kırılırlar hem de…
Annem güvendiğimiz pek çok hocaya götürdü beni fakat ne çare. Kaç kez doktora da gittim, sapasağlamım. Bakmayın sakarlığıma kafam da sağlam yani anlayacağınız.
Lakin kendime güvenip bir yuva kuramadım ya, en çok ona yanarım. Annemler, komşularımız, yakın akrabalarımız da beni iyi bildiklerinden ağız birliği yapmışçasına evlilik lafı açmazlar hiç. Sanıyorum ki çocuğum olsa yavrucağı yüksekçe bir yerden düşüreceğimden korkuyor garipler…
İşte böyle a dostlar. Gel zaman git zaman değişen pek bir şey olmaz. Ta ki o güne dek… Ben en iyisi en baştan anlatayım:
Sıcak, bolca nemli bir yaz günüydü. Zira o denli sıcak vardı ki giydiğimiz incecik tişörtler adeta üzerimize yapışıyordu. Gündüzleri kavruluyor, geceleri de nemden doğru dürüst uyuyamıyorduk. Sabah, mahallemizde kuaförlük yapan Neriman ablaya uğramıştım. Klimanın altında iki lafın belini kırarken boynum tutulmuştu yine. Tam iyileşemeden aynı yerden tekrar tekrar tutuluyordu. Oradan postaneye gittim, dönüşte kaldırıma takılıp sağ bileğimi burkmuştum. Ama önemsemedim pek, nasılsa bu ilk kez başıma gelmiyordu. Annem birkaç şey sipariş etmişti tuhafiyeden, aksayan bacağıma rağmen unutmadan onları da aldım hemen. Hava birazcık serinlemiş miydi ne? Belki de bana öyle geliyordu.
Nedense içimden eve gitmek gelmiyordu. Ah dedim, şimdi doğru dürüst bir işim olsaydı güzel güzel meşgul olup dünya derdini bir nebze de olsa unuturdum. Çalıştığı ünlü otelden daha bir ünlü olan baş aşçı –duymasın- pardon şef olan ablam gelmişti aklıma. Nasıl gelmesindi? On parmağında sayamayacağım kadar marifet olan canım ablam… Keşke o marifetlerinin, çok değil, biri bende olabilseydi. Ama ne gezer? Ablamı bırakmam ama hadi diyelim ki bırakayım onu bir kenara, altı yaşındaki yeğenimi bir görseniz. Sanırsınız çocuk, marifetten yapılmış. Uzun lafın kısası; ben kendimi böyle kabul ettim, farklı bir beklentim bulunmaz artık bu yaştan sonra. Diyordum ki… Durun anlatıyorum hemen:
Nerede kalmıştık? Ahh, tamam… Eve dönüş yolundaydım. Eve gitsem ne yapacağım, zaten çok da sıcak, şöyle gölgeden gölgeden yürüyeyim derken; yolu baya uzatmışım. O sokak mıydı bu sokak mıydı derken iki mahalle öteye gelmişim. Olan oldu artık, geri dönüp aynı yolları tekrar yürüyecektim mecbur. Yirmi, yirmi beş dakika geçmiş midir tam bilemiyorum ama bir süre sonra karşılıklı pek çok inşaatların olduğu bir sokakta yürüyordum. Yarım saat kadar önce bu sokaktan geçmiş miydim, onu da tam hatırlamıyordum. Birden bu inşaatların birinden uzun boylu, takım elbisesi jilet gibi olan, zayıf diyebileceğim bir adam hızla çıktı. O kadar hızlıydı ki neredeyse bana çarpıyordu. Yüzünü tam göremediğim bu şahıs ıslak çimento dökülmüş yerlere basa basa, giysisi gibi simsiyah, lüks bir arabaya binip gaza basmıştı. Her şey o kadar çabuk olmuştu ki, şaşkınlıktan adamın ardından bakakalmıştım. O telaşlı haline bu kadar şaşırmadım tabi ki. Giderken çimentoyla karışık bir çamur yığınına siyah, parlak bir nesne düşürmüştü. Adam uçup gitmişti ve ardından bağıramadım bile. İnşaatlardan bağıra çağıra konuşan işçilerin sesleri geliyordu. Onlara söylemeden önce bu nesneyi yakından göreyim dedim ki tahminim doğru çıkmıştı. Siyah, parlak bir cüzdandı bu. Sanki biraz kabarık mıydı ne? Eee, sahibi gibi o da yakıyordu ortalığı. Cüzdanı elime alıp çantamdan çıkardığım bir kâğıt mendille dışını temizlemiştim. Poşetlerimi koluma takıp cüzdanı ayırmıştım hemen, o kadar çok sayıda kart vardı ki gözlerim şaşı oldu bakmaktan. İnşaatın olmayan kapısından içeri giriyordum ki aklıma birden bu cüzdanı işçilere değil de bizim Necip abiye götürmek gelmişti. O da kim diyeceksiniz? Uzaktan akrabamız olur bizim, kendisi komiserdir. Böylece cüzdanı çantamın ön gözüne tıkıştırarak düşmüştüm yola. Giderken de aksi gibi pek çok tanıdığa rastlıyordum. Hepsi de beni lafa tutacak cinstendi. Annemin gün arkadaşı Serpil teyze, yengemin amcasının oğlu Şevket amca, alt kat komşumuzun yeğeni Emin, liseden arkadaşım Şükran… ve daha pek çok kişi. Herkes kendini aynı anda sokağa atmıştı anlaşılan.
Karakola yaklaştığımda zank diye durmuştum. Neden derseniz, ben bu cüzdanın para bölümüne hiç bakmamıştım. Ya çok para varsa? Bu durum benim başımı belaya sokmaz mıydı? Artık onu elime almış, hatta çantama koymuştum. Zaten bu işe bulaşmıştım, içine bakmakla ne değişecekti ki? Evet, içine baktım ve ne göreyim? Hiç! Hiçbir şey yani hiç para yoktu içinde. Bir beşlik dahi yoktu. O kabarık cüzdan, kartlardan dolup taşmış cüzdan tam takır kuru bakırdı. İşte şimdi yanmıştım asıl. Nasıl izah edecektim durumu. Kim olsa benden şüphelenirdi. Önümde iki seçenek vardı, ya cüzdanı bulduğum yere götürüp bırakacak ya da yoluma devam edecektim. En iyisinin Necip abiye her şeyi anlatmak olacağını düşünmüştüm.
Karakola girdiğimde danışmadaki polis memuruna Necip abiyi ziyarete geldiğimi söylemiştim. Şimdi cüzdan müzdan dersem işler karışabilirdi. İkinci kata çıkıp ziyaretçi odasında beklememi söylemişti memur. Necip abi yarım saate kadar gelirmiş. Neyse, çıktım ikinci kata. Sağdan en sondaki odayı buldum. Kapının karşısında iki geniş pencere vardı, pencerelerin önüne de iki tane tek kişilik koltuk koymuşlardı. Aynı takımdan iki kişilik olanı da soldaki duvara yaslamışlardı. Nedense gözüm üç kişilik olanını aramıştı. Kafam ne saçma şeylerle meşguldü böyle… Sağ tarafta çekmeceli, metal bir masa duruyordu. Üzerinde bir vazo, vazoda da solmaya yüz tutmuş iki adet sarı gül vardı. Elimdekileri sandalyelerden birine bırakıp üzerime vazife olmayarak vazoyu en yakın lavaboya götürüp bir güzel çalkalamış, yarıya kadar su doldurmuş, tam solmamış gülleri de vazonun içine bir güzel yerleştirmiştim. İşte şimdi içim rahattı…
Hayır, aslında tam rahat değildim. Annem beni merak edebilirdi. Necip abi geç kalabilirdi, derken içeri girivermişti. Akraba olmamız bir yana, gerçekten çok severim kendisini. Olayı anlatmadan önce iki çay söylemişti bize. Yan odaların birinden getirdiği sehpayı da çaylar gelmeden önce ıslak mendille bir güzel silmişti. O da benim kafadandı demek, şimdi onu daha çok sevmiştim.
Abiciğim dedim, böyleyken böyle. Ama bak lütfen beni yanlış anlama. Merakımdan içine baktım. E, kim olsa içine bakardı değil mi? Zaten adama ulaştığımızda o da söyleyecektir içinde parasının olmadığını.
Necip abi sessizce dinlemişti beni. Cüzdanı alıp içindeki bütün kartları masanın üzerine dizmişti. Belki on tane kredi kartı vardı adamın. İçinden kimlikler de çıkmıştı. “Ah be Cemre,” dedi Necip abi, “Ne yaptın sen?” Kalbim güm güm atmaya başlamıştı. Ne yapmıştım ki? Cüzdanı işçilere vermem mi doğru olurdu yoksa? Ya da kendim mi bulmalıydım o adamı? Fakat o da ne? Kimliklerde aynı fotoğraf vardı ama başka başka isimlerdeydiler. “Yaaa, işte böyle enselerler adamı, bunlar da kanıtı.” İşte şimdi anlamıştım. Adını yazamayacağım bu şahıs aranılan biriymiş anlayacağınız. Her yakalandığında yeterli delil olmadığından dışarı salıverilmek zorunda kalınangillerden. Yakayı ele vermişti ve bunda benim de payım vardı kuşkusuz.
Sevincimden çayımı bile tam içememiştim. Eve nasıl gelmiştim bilmiyorum. Anneme olayı anlatırken cüzdan kısmına geldikten sonra, “Kız yoksa adam cüzdanını bulduğun için sana ödül mü verdi?” diye sormuştu. Ödül ki ne ödül anneciğim. Kedi olalı ben de bir fare tutmuştum. Hem biliyor musunuz, o günden beri hiçbir şey kırmadım ve buna bir cüzdan sebep olmuştu. Öldü sakarlığım, öldü… (Burada kahkaha atıyorum.)
Ben Cemre. Cemile ve Recep’in iki kızından küçük olanıyım. Bilmiyorum ismimden anladınız mı, annem ve babamın isimlerinden türetilmiş bir isme sahibim. İyi ki anlamlı bir isim denk gelmiş, zira hiçbir anlamı olmayan bir ismim de olabilirdi. Hoş, ben buna pek inanmıyorum ya. Neye mi? Bir anlamı olmayacağına… Dünya üzerinde kaybolan diller de dâhil tüm dilleri düşündüğümüzde her hece, her kelime mutlaka bir anlam bulmuştur diye düşünüyorum.
Ne diyordum? Küçük olan kızlarıyım, evet. Küçük olan, şanssız olan, sakar olan ve her gün irili ufaklı bir sürü talihsizliği şimşek misali üzerine çeken… Bu dünyada yaşamış tüm insanlara sorarım: “Var mıdır acaba benim gibi bir başka biri?” Bakın anlatayım:
Araba alırım, aynı gün ana yolda akü biter. Haftada bir asansörde kalırım. Merdivenle çıksam mermer basamak çatlayıp oynar. Balkona çıksam nereden geldiği belli olmayan bir uçurtma yüzüme yapışır ya da gözüme toz dolar. Bırakın elektronik olanları, hiçbir eşyayı tamire yeltenmem; çünkü bilirim ki elimde kalırlar. Bulduğum işlerde tutunamam. Ayrı eve çıkmak isterim ama düzenli bir işim olmadığından bu, söz konusu bile olamaz. Yolda yürürken ayakkabımın tabanı çıkar, gökten gelen bir top kafamda gümler. Bindiğim otobüs yolda, kapı kolları elimde kalır. Yastığım yere düşer boynum tutulur. Pilav yapıyorsam mutlaka o pilavın dibi tutar. Neredeyse her gün bardak, tabak kırmışlığım vardır. Yere varamadan kırılırlar hem de…
Annem güvendiğimiz pek çok hocaya götürdü beni fakat ne çare. Kaç kez doktora da gittim, sapasağlamım. Bakmayın sakarlığıma kafam da sağlam yani anlayacağınız.
Lakin kendime güvenip bir yuva kuramadım ya, en çok ona yanarım. Annemler, komşularımız, yakın akrabalarımız da beni iyi bildiklerinden ağız birliği yapmışçasına evlilik lafı açmazlar hiç. Sanıyorum ki çocuğum olsa yavrucağı yüksekçe bir yerden düşüreceğimden korkuyor garipler…
İşte böyle a dostlar. Gel zaman git zaman değişen pek bir şey olmaz. Ta ki o güne dek… Ben en iyisi en baştan anlatayım:
Sıcak, bolca nemli bir yaz günüydü. Zira o denli sıcak vardı ki giydiğimiz incecik tişörtler adeta üzerimize yapışıyordu. Gündüzleri kavruluyor, geceleri de nemden doğru dürüst uyuyamıyorduk. Sabah, mahallemizde kuaförlük yapan Neriman ablaya uğramıştım. Klimanın altında iki lafın belini kırarken boynum tutulmuştu yine. Tam iyileşemeden aynı yerden tekrar tekrar tutuluyordu. Oradan postaneye gittim, dönüşte kaldırıma takılıp sağ bileğimi burkmuştum. Ama önemsemedim pek, nasılsa bu ilk kez başıma gelmiyordu. Annem birkaç şey sipariş etmişti tuhafiyeden, aksayan bacağıma rağmen unutmadan onları da aldım hemen. Hava birazcık serinlemiş miydi ne? Belki de bana öyle geliyordu.
Nedense içimden eve gitmek gelmiyordu. Ah dedim, şimdi doğru dürüst bir işim olsaydı güzel güzel meşgul olup dünya derdini bir nebze de olsa unuturdum. Çalıştığı ünlü otelden daha bir ünlü olan baş aşçı –duymasın- pardon şef olan ablam gelmişti aklıma. Nasıl gelmesindi? On parmağında sayamayacağım kadar marifet olan canım ablam… Keşke o marifetlerinin, çok değil, biri bende olabilseydi. Ama ne gezer? Ablamı bırakmam ama hadi diyelim ki bırakayım onu bir kenara, altı yaşındaki yeğenimi bir görseniz. Sanırsınız çocuk, marifetten yapılmış. Uzun lafın kısası; ben kendimi böyle kabul ettim, farklı bir beklentim bulunmaz artık bu yaştan sonra. Diyordum ki… Durun anlatıyorum hemen:
Nerede kalmıştık? Ahh, tamam… Eve dönüş yolundaydım. Eve gitsem ne yapacağım, zaten çok da sıcak, şöyle gölgeden gölgeden yürüyeyim derken; yolu baya uzatmışım. O sokak mıydı bu sokak mıydı derken iki mahalle öteye gelmişim. Olan oldu artık, geri dönüp aynı yolları tekrar yürüyecektim mecbur. Yirmi, yirmi beş dakika geçmiş midir tam bilemiyorum ama bir süre sonra karşılıklı pek çok inşaatların olduğu bir sokakta yürüyordum. Yarım saat kadar önce bu sokaktan geçmiş miydim, onu da tam hatırlamıyordum. Birden bu inşaatların birinden uzun boylu, takım elbisesi jilet gibi olan, zayıf diyebileceğim bir adam hızla çıktı. O kadar hızlıydı ki neredeyse bana çarpıyordu. Yüzünü tam göremediğim bu şahıs ıslak çimento dökülmüş yerlere basa basa, giysisi gibi simsiyah, lüks bir arabaya binip gaza basmıştı. Her şey o kadar çabuk olmuştu ki, şaşkınlıktan adamın ardından bakakalmıştım. O telaşlı haline bu kadar şaşırmadım tabi ki. Giderken çimentoyla karışık bir çamur yığınına siyah, parlak bir nesne düşürmüştü. Adam uçup gitmişti ve ardından bağıramadım bile. İnşaatlardan bağıra çağıra konuşan işçilerin sesleri geliyordu. Onlara söylemeden önce bu nesneyi yakından göreyim dedim ki tahminim doğru çıkmıştı. Siyah, parlak bir cüzdandı bu. Sanki biraz kabarık mıydı ne? Eee, sahibi gibi o da yakıyordu ortalığı. Cüzdanı elime alıp çantamdan çıkardığım bir kâğıt mendille dışını temizlemiştim. Poşetlerimi koluma takıp cüzdanı ayırmıştım hemen, o kadar çok sayıda kart vardı ki gözlerim şaşı oldu bakmaktan. İnşaatın olmayan kapısından içeri giriyordum ki aklıma birden bu cüzdanı işçilere değil de bizim Necip abiye götürmek gelmişti. O da kim diyeceksiniz? Uzaktan akrabamız olur bizim, kendisi komiserdir. Böylece cüzdanı çantamın ön gözüne tıkıştırarak düşmüştüm yola. Giderken de aksi gibi pek çok tanıdığa rastlıyordum. Hepsi de beni lafa tutacak cinstendi. Annemin gün arkadaşı Serpil teyze, yengemin amcasının oğlu Şevket amca, alt kat komşumuzun yeğeni Emin, liseden arkadaşım Şükran… ve daha pek çok kişi. Herkes kendini aynı anda sokağa atmıştı anlaşılan.
Karakola yaklaştığımda zank diye durmuştum. Neden derseniz, ben bu cüzdanın para bölümüne hiç bakmamıştım. Ya çok para varsa? Bu durum benim başımı belaya sokmaz mıydı? Artık onu elime almış, hatta çantama koymuştum. Zaten bu işe bulaşmıştım, içine bakmakla ne değişecekti ki? Evet, içine baktım ve ne göreyim? Hiç! Hiçbir şey yani hiç para yoktu içinde. Bir beşlik dahi yoktu. O kabarık cüzdan, kartlardan dolup taşmış cüzdan tam takır kuru bakırdı. İşte şimdi yanmıştım asıl. Nasıl izah edecektim durumu. Kim olsa benden şüphelenirdi. Önümde iki seçenek vardı, ya cüzdanı bulduğum yere götürüp bırakacak ya da yoluma devam edecektim. En iyisinin Necip abiye her şeyi anlatmak olacağını düşünmüştüm.
Karakola girdiğimde danışmadaki polis memuruna Necip abiyi ziyarete geldiğimi söylemiştim. Şimdi cüzdan müzdan dersem işler karışabilirdi. İkinci kata çıkıp ziyaretçi odasında beklememi söylemişti memur. Necip abi yarım saate kadar gelirmiş. Neyse, çıktım ikinci kata. Sağdan en sondaki odayı buldum. Kapının karşısında iki geniş pencere vardı, pencerelerin önüne de iki tane tek kişilik koltuk koymuşlardı. Aynı takımdan iki kişilik olanı da soldaki duvara yaslamışlardı. Nedense gözüm üç kişilik olanını aramıştı. Kafam ne saçma şeylerle meşguldü böyle… Sağ tarafta çekmeceli, metal bir masa duruyordu. Üzerinde bir vazo, vazoda da solmaya yüz tutmuş iki adet sarı gül vardı. Elimdekileri sandalyelerden birine bırakıp üzerime vazife olmayarak vazoyu en yakın lavaboya götürüp bir güzel çalkalamış, yarıya kadar su doldurmuş, tam solmamış gülleri de vazonun içine bir güzel yerleştirmiştim. İşte şimdi içim rahattı…
Hayır, aslında tam rahat değildim. Annem beni merak edebilirdi. Necip abi geç kalabilirdi, derken içeri girivermişti. Akraba olmamız bir yana, gerçekten çok severim kendisini. Olayı anlatmadan önce iki çay söylemişti bize. Yan odaların birinden getirdiği sehpayı da çaylar gelmeden önce ıslak mendille bir güzel silmişti. O da benim kafadandı demek, şimdi onu daha çok sevmiştim.
Abiciğim dedim, böyleyken böyle. Ama bak lütfen beni yanlış anlama. Merakımdan içine baktım. E, kim olsa içine bakardı değil mi? Zaten adama ulaştığımızda o da söyleyecektir içinde parasının olmadığını.
Necip abi sessizce dinlemişti beni. Cüzdanı alıp içindeki bütün kartları masanın üzerine dizmişti. Belki on tane kredi kartı vardı adamın. İçinden kimlikler de çıkmıştı. “Ah be Cemre,” dedi Necip abi, “Ne yaptın sen?” Kalbim güm güm atmaya başlamıştı. Ne yapmıştım ki? Cüzdanı işçilere vermem mi doğru olurdu yoksa? Ya da kendim mi bulmalıydım o adamı? Fakat o da ne? Kimliklerde aynı fotoğraf vardı ama başka başka isimlerdeydiler. “Yaaa, işte böyle enselerler adamı, bunlar da kanıtı.” İşte şimdi anlamıştım. Adını yazamayacağım bu şahıs aranılan biriymiş anlayacağınız. Her yakalandığında yeterli delil olmadığından dışarı salıverilmek zorunda kalınangillerden. Yakayı ele vermişti ve bunda benim de payım vardı kuşkusuz.
Sevincimden çayımı bile tam içememiştim. Eve nasıl gelmiştim bilmiyorum. Anneme olayı anlatırken cüzdan kısmına geldikten sonra, “Kız yoksa adam cüzdanını bulduğun için sana ödül mü verdi?” diye sormuştu. Ödül ki ne ödül anneciğim. Kedi olalı ben de bir fare tutmuştum. Hem biliyor musunuz, o günden beri hiçbir şey kırmadım ve buna bir cüzdan sebep olmuştu. Öldü sakarlığım, öldü… (Burada kahkaha atıyorum.)