Karşısında durduğum, alışık olduğum o isli, sararmış duvarlar kendinden hiçbir şey kaybetmemiş, aksine daha bir sararmış ve yıkıktı. Duvarları saran sarmaşıklar koca evi yutmuş gibiydi. İçimden oh olsun, dedi bir ses. İlahi adalet bu olsa gerek… Hatta dudağımın kenarında ufak bir tebessüm belirdi. Bahçeye atılmış çöp yığınının arasındaki yarısı pas tutmuş, kırık aynaya yansıyan yüzümü gördüm. Tebessümüm öyle hızlı silindi ki. Duvarların ne suçu var, dedi içimdeki ses. Kendini kandırma, duvarlar değil seni yıkıp geçen, dedi. Haklıydı. İçimdeki ses beni hiç yanıltmamıştı. Tıpkı yıllar önce bu davarların içinden savrulup atılacağımı bildiği gibi.
O gece yağmur öyle yavaş yağıyordu ki gökyüzünden, bir an zamanın yavaşladığını düşünmüştüm. Yarı yanan sobanın sıcağı ısıtmasa da tavana vuran ışığıyla mutluydum. Aylardır bozulan elektrik panosu yüzünden göremediğimiz ışıktan daha çok mutlu etmişti beni. Çünkü o gece sobayı babam yakmıştı. Tıpkı giden elektrik gibi onu da görmeyeli birkaç hafta olmuştu. O gece uzun zaman sonra kapıdan girer girmez sobayı yakışı hala gözlerimin önündeydi. Belki biraz tütmüştü; ateşi harlamaya yetecek kadar odunumuz da yoktu ama mutluydum. Uzun zaman sonra ilk kez mutlu olduğumu hatırlıyorum. Ancak ne kadar kısa süreceğini elbette tahmin edememiştim.
Betonun üzerindeki astarı yırtılmış sünger yatağında yatan kardeşime baktım. Acaba uyanıp babamın geldiğini görür mü, diye geçirdim içimden. Annem öldüğünden beri sürekli uyuyordu. Belki günün yarısı kadar… Diğer yarısındaysa yataktan çıkmıyordu. Ben annemin öldüğü gün hiç uyumamıştım. Öyle ki gözlerim sızlamaktan sabaha kadar akmıştı. Kardeşim ise öyle derin bir uykuya dalmıştı ki bir an annemin onu da yanında götürdüğünü düşünüp, üzülmüştüm. Çünkü ben ayaktaydım ve beni yanında götürmeyi tercih etmemesi kalbimi kırmıştı. O zamanlar ne çabuk kalbimin kırıldığını hatırladım; uzun zaman sonra eve gelen babamın kollarını açıp bize sarılmayacağını bilsem de yine de bunu beklemenin ne kadar kalbimi kırdığını… Usulca kardeşimin yanına sokulup omzunu dürttüm. “Uyan bak, babam geldi!”
Yarı aralanan gözleriyle yüzüme bakarken sözlerimi idrak etmeye çalışıyordu. Ancak daha o bunu başaramamışken kolumdan tutulup yarı yanan sobanın önüne savrulmuştum. Baş parmağımla paslı aynada yansıyan, kaşımın hemen yanındaki ize dokundum. O geceden ve o savruluştan kalan bir başka izdi. Yarı yanan soba, evi ve bizi ısıtmaya yetmese de kendini öylesine ısıtıyordu ki bunu başımı çarptığımda alnıma kazınan iziyle hatırlatmıştı. Kanayan alnımın acısı babama bakarken gözlerime çöken korkunun yanında belki de bir hiçti. Korkum, acaba kardeşime de aynısını yapar mı, korkusuydu. Yapmamıştı. Yattığı yerden doğrulup sırtını soğuk duvara yaslayan, kollarını korkuyla bacaklarının etrafına sarmış sessizce, öyle sessiz ki neredeyse nefes bile aldığından şüphe ettiğim kardeşimin belki de aynısını ona yapsa bu kadar canını acıtmayacak olduğunu anlatan gözlerindeki çaresizliğini gördüğüm o an anlamıştım. Ne annemin sonsuza kadar gittiği ne de bir gün babamın o kapıdan girip bizi kollarının arasına almayacağı gerçeği değişmeyecekti. İşte o an içimdeki tüm umudun söndüğü andı. Bir çocuğun umudunun sönüşü kadar acı ne olabilirdi ki. Ne alnımdaki yara ne odanın soğuğu ne de küf kokulu duvarlar… Kayıp giden umudumuzdan çok sızlatmamıştı canımızı.
“Onu korkutuyorsun baba!” demiştim sessizce. Belki ona dönüp baksa, küçücük ellerinin nasıl titrediğini görse üzülürdü. Üzülmediğini öyle net hatırlıyordum ki; sözlerim kadar hızlı yüzüme inen tokadın sesinden anlamıştım bunu. Kardeşim de anlamıştı. Bu yüzden kalın yorganı yüzüne örttü ve bu gecenin bitmesini bekledi. Tıpkı diğer gecelerde olduğu gibi…
Aynadaki yüzüm karardı. Tıpkı o gece olduğu gibi çatıldı kaşlarım. Şu an duyduğumdan çok daha fazla öfke dolmuştu içime. İnsan büyüdükçe öfkesi küçülüyormuş, kardeşim söyledi geçen gün. Söylediğini bütün gece düşündüm. Bu cümleyi kuracak kadar ne ara büyüdüğünü düşündüm. Abi olan bendim ancak onun benden önce büyüdüğünü gördüm. Sayıların büyümekle pek de alakası olmadığını gördüm. Tıpkı o gece aslında bir babamızın olmadığını gördüğüm gibi.
Yüzüme inen tokadın acısını hazmedememişken hızlı savrulmuştum düştüğüm yerden ayağa. “Sen adam oldun da bana laf mı yetiştiriyorsun, velet!” demişti. Oysa annem öldüğündendir oğlum dememişti bir kez. Kızarken bile olsa öyle deseydi, demiştim içimden. “Size baktım da bana ne faydanız oldu be!” demişti o da. Sarsılan bedenimi bir kez daha savurmuştu. Kardeşimin dizlerinin dibine düştüm. Yorganın altından gizlice yüzüme bakan gözlerini gördüm. Titrek ve ıslak gözlerini…
Koluma dokunan elle aynanın kirli yüzünden, anıların içinden çektiğim bakışlarımı omzumun üzerinden ona çevirdim. Hala aynı kısıklıkta olan çekik gözleri artık ıslak ve titrek değildi. İşte o gece bir gün gözlerinde bu bakışı görmek için kendime verdiğim sözü hatırladım. Bakışlarımı yeniden harabe eve çevirdim. O gece titreyen gözlerimizi birbirinden ayıran diğer savruluşu hatırladım. Ensemden tutup neredeyse ayaklarımı yerden kesecek kadar havalanırken döktüğüm yakarışlar fayda etmemişti. Tıpkı o ve ondan önceki pek çok gecede olduğu gibi… Çürük ahşap kapı aralandı ve gecenin soğuğu yüzümü bir tokadın sızısı kadar acıttı. Zamanın durduğunu sandığım yağmur o an zamanı doldurmak üzere olan bir kum saati gibi hızlanmıştı. Ensemde gevşeyen parmaklar bedenimden ayrılırken bu savrulan bedenimin son savruluşu oldu. Ağlamamıştım. Çünkü ağladığım her gecede bir babamız olduğunu sanıyordum ancak kapının önüne koyulmadan biraz önce bunun böyle olmadığını anladığım an ağlamaktan vazgeçmiştim.
Şimdi tam oradaydım. Bakışlarımı yere indirdim. Ayaklarımın altındaki çamurun bütün bedenimi sardığı o yerdeydim. Bakışlarımı yanımda duran kardeşime çevirdim. Daha sonra kırılmış camlı pencereye. O gece camın arkasında ağlayarak yüzüme bakan o çocuğu hatırladım. Hızlanan yağmurdan korkuşunu, babamdan korkuşunu ve gidecek olmamdan korkuşunu… Ayağa kalkmış ve kurşun gibi üzerime yağan yağmurun sesine rağmen fısıldamıştım. “Seni asla bırakmayacağım.”
Belki kendi kulaklarım bile zor duymuştu sesimi. Ama onun beni anladığını biliyordum. Annem gittiğindendir ilk kez gülümsemişti bana. Bu beni ne kadar da mutlu etmişti. Yağmurun altında doğan gökkuşağı gibi aydınlandı yüzü. “Bir daha asla ağlamana izin vermeyeceğim,” diye haykırdım. Yağmurun şiddetli sesine, babamın ettiği küfürlere ve aramızdaki duvara rağmen.
“Sözünü tuttun,” dedi yanımdan yükselen sesi. Omzumu sıktı. Bakışları tıpkı benim gibi o kırık penceredeydi. Sözümü tutmuştum. O gece bu evden kovulurken geriye sadece onu almak için dönecektim. Bunu yıllar önce yapmıştım. Şimdi, burada ne işin var, dedi içimdeki ses. Harabe evin kapısı yavaşça aralandı. Bütün bedenim gerilirken omzumdaki eli düşündüm. Bu kez aramızda bir duvar, bir pencere yoktu. Benimle, yanımdaydı. Yıllardır bir daha dönememeye yemin ettiğim o yerde bir daha görmemeye yeminler ettiğim o yüzle karşı karşıyaydım. Affetmek için mi geldin, dedi bu kez o ses. Hep derler ki, çocuklar anlamaz. Oysa en çok çocuklar anlardı. Çocuktur unutur, derler. Oysa en çok çocuklar unutmazdı. Çocuklarında canı yanar, çocuklar hatırlar ve yarım kalmış çocuklar affetmez. Affetmedim. Kinim yoktu içimde, tıpkı affımın olmadığı gibi. Artık çocuk değildik elbet. Elimizde kalan İçimizde kalmış yarım bir çocukluktu işte. Bizi yarım bırakanların bize ne bıraktıklarından haberleri bile olmadı. Hani çocuktuk ya dün hani anlamazdık ya. İşte ne tutuşturdularsa elimize onları sımsıkı tutuyor çocuk avuçlarımız. Keşke parmaklarımızın arasından dökülse hepsi. Ama dedim ya, çocuklar unutmuyor. Karşımda duran ihtiyar, güçsüz adama bakakaldım. O gece gözleri ateş püsküren adamın kafasını kaldıracak gücü bulamayışına baktım. Buraya affetmeye gelmemiştim. Buraya iyileşmeye gelmiştim. Omzumu bir kez daha sıkan elin sahibine döndüm. “Sıra sende,” dedi. Kısık gözleri gülümsüyordu. Onu iyileştirmiştim. Şimdi sıra kendimdeydi.