Dağ başında oturmak, ucuz kiraya zenginliktir benim için. Birçok insanın yakından hiç görmediği kukumav kuşlarıyla özel bir bağım var örneğin. Bilhassa akşam saatlerinde binanın etrafındaki ağaçlara ve yarım kalan inşaatların kolonlarına konuyorlar. Fotoğraf çekmek için yanlarına yaklaşmama izin bile veriyorlar.
Yıllardır buradayım ve her sabah yamacın ormana uzanan yollarında yürüyüş yapıyorum. İlk zamanlar hazırlık yapar gibi yamacın etrafında dolaşıyordum. Sonraki aylarda zirveye giden kısa yolları bulmaya çalıştım. Doğru yolda gidilmiyorsa sonuca asla ulaşılamıyordu. Denedim ve öğrendim. Her mevsim aynı yolları defalarca yürüyünce ağaçları, böcekleri, bitkilerin çıkma zamanlarını ve yerlerini öğreniyor insan. Limon kekikleri nerde çıkıyordu ve üzerine ne gelip konuyordu? Pamucaklar nerde vardı? Kelebekler nerede ne zaman çıkardı? Ya kelebek zannedilen dantelkanat lakaplı uçurtma böceği? Bir de çam kese kelebekleri vardı en sevmediğim.
Bir ağacın nasıl yaşadığına şahit oluyorum her gün. Kıştan bahara koşmasını, karanlığa sabredip aydınlığa ulaşmasını. Yıllar içinde hiç yorulmadan şekilden şekle girip bizim gibi kılık değiştiriyorlar. Oksijen, yiyecek ve barınak olma faydalarının yanında gözlemleyerek öğrenebileceğimiz çok ders var ağaçlarda.
Doğa, insanoğlunun tamahkârlığına, ihanetlerine, her şeye rağmen sürdürdüğü düzen ve ritmi ile cevap veriyor adeta. Dünya habire yeniden dönüyor ve milyonlarca yıldır yeniden oluşuyor. İnsan bu gezegen üzerinde yeni ve kırılgan bir canlı. Varoluşu doğada bulduğun anda, kişiyi alçak gönüllüğe davet eden bir farkındalık bu.
Başkasından duysam inanmazdım kelebeklerin yol arkadaşım olacağına. Cemrelerin düşmeye başlamasıyla birlikte, ben yürüdükçe önümde ardımda uçuşurlardı. İlk önce lahana kelebeği denilen beyazları çıkardı. Sonra sarı renkli olanlar görülmeye başlardı. Alaca kelebekler tek tük belirir araya karışırdı. En sonunda olağanüstü güzel, küçücük zümrüt yeşili bir kelebek olan, zümrüt kelebeği sahne alırdı. Dantel Kanat’ın çıkacağı vakte bir ay kala, kelebekler ve bitkiler sanki ona hazırlık yapardı.
Mayıs ayı başlarında bir gün yürürken aklıma, zümrüt kelebeklerinin o günlerde çıkıyor olması gerektiği geldi. Etrafıma bakmaya başladım. Karşılaştığımızda, sevdiğim bir arkadaşımı görmüş gibi oldum. Şimdi burada olmalı diyorsun, bakıyorsun ve evet orda. Zamanı gelmiş. Sırf onları daha iyi görebileyim diye yürüyüşlere yakın gözlüğümle gidiyorum. Onların orada olduğunu bilmenin bir tesellisi var, evimden ayrı kaldığım zamanlarda çokça hissediyorum. Ben doğanın kucağına kendimi attıkça, onun bana sunduklarıyla avunuyorum.
“Amaç gözetmeksizin hafif hafif bir şeylerle oyalanırsın. İlerde bir gün bir bakarsın ki bambaşka bir şeye dönüşmüş hayatında.” Bir kitapta okuduğum bu paraf, bir gün sergi açabilme hayalleri kurdurtuyordu bana.
Üç parmağımla arka arkaya on kez kalem döndürebilme yeteneğim dışında özenilecek bir şeyim olmadı hiç. Lise yıllarında, peşlerine takıldığım arkadaşlarımın verdiği sigaralar kadardı sosyalliğim. Okul çıkışında, yarım saatliğine oturmaya gittiğim sınıf arkadaşım, ertesi gün patlamış mor gözümle görmüştü beni şaşkınlıkla. Hatıra defterine şu şiiri yazmıştım:
PEMBELİK
Pembemsi bir düş gördüğün zaman
Bana haber ver
Ne olur, ne olmaz
Belki o renk, o düş, o ses,
O pembelik
Benimdir.
Çemberimin dışına korkakça attığım cesur adımlarım başıma dert açardı hep. Evdeki annem “Hem çalışıp hem okusun bu!” diye babama dert yanarken de suskundum. Tekerlekli sandalyeye mahkûmiyeti gibi, beni de çivilemek istiyordu hayatın bir köşesine. Espri yapamıyordum, bana yaptıklarında da gülünecek bir şey bulamıyordum . Sessizliğimi kimse işitmiyordu dört bir yana yankılanırken.
Sarı kelebeklerin çıktığı on sekizinci yaşımda babamı kaybettim. Sosyolojik babamdı, kabul ettiğim. Ona “RobinKişot” derdim. İlkokul terk alaylı bir haritacıydı. Arazilere ölçümlere gidip evdeki annemden uzaklaşayım diye belki… Beni meslek lisesi harita bölümüne yazdırdı. Okulun açılışından bir gün önce, yeşil gözlerimin pörtlekliğini kapayan sarı saçlarımı kısacık kestirmişti. O kadar erkeğin çok olduğu okulda başıma bir iş gelirmiş. Her şeye aksi, bana sakin ve şefkatliydi. Geceleri üzerimi bilerek açtığım zamanlar olurdu, görüp de örtsün diye. Şefkati az da olsa yetiyordu bana. Hayatta ondan başka kimsem yok gibiydi. Yaşasaydı, yaşlılığına küfürler sallıyor olacaktı ağzını doldura doldura.
Alaca kelebeklerin araya girdiği gibi, benim de bir ara öz annem girdi hayatıma. Babamın yokluğundan sonra arayıp buldum. Soğukluğu yabancılığıyla karışmış haldeydi gözlerimiz birbirine değdiğinde. Dışarıdaki de evdeki annemin kahverengisiydi. “Seni sadece sarhoş olursam ararım. Yoksun memenden emziremezsin özlemlerimi, eksiklerimi.” Onun için yazmışım bunu ajandama. Bir daha hiç görüşmedim.
Zümrüt kelebeğinin görünmeye başladığı bir mayıs ayında, ağır cinsel tacize uğramanın suçluluğuyla kendimi ansızın evlenmiş buldum. Evdeki annemin beni başından savma derdine düşmesiyle Sivas’a sürüklendim. Sorsalar yerini haritada gösteremeyeceğim o yerde ağaçlar gibi dayandım, sabrettim, çıkarmadım sesimi. Neresi olduğunu bilmediğim bir nüfus kütüğüne kayıtlı iken yaşadıklarım, feryat olup İzmir’e ulaşınca kurtardılar beni. Sonrasında yaprak döktüm, çiçek açtım, değiştim. Değiştiğim rengarenk halimle kendimi sevdim. Suskunluğumu yenmeye başlamakla birlikte dostlarım oldu. Sonra öfkem oldu git gide artan, savaşa, sömürüye, homofobiye, her türlü ayrımcılığa. Sıkıntım vardı, sızıntım vardı, başka bir kaba doğru akıyordu içime sığmayan tümceler.
Dantel gibi kanatları olan uçurtma böceğinin göründüğü temmuzun son haftasıydı. Bitki zararlılarıyla beslenir. O kadar güzel kanatları vardır ki kelebek zannedilir. Otumsu ve alçak boylu bitkilerde gözüm hep onu arardı yürürken. Temmuz ayımın son haftasında yürüdüm. Suruç katliamında yiten canlar için, dostlarımla kol kola yürüdüm. Polisler, yere çömeltip kolumu nefretle sıktıktan sonra otobüse sürüklediler. Götürüldüğüm karakolda üç gün göz altında kaldım. Yuvaya bırakıldıktan otuz altı yıl sonra yeniden polis gözetimi altındaydım. Üç günde üç yıllık arkadaşlarım oldu. Çok güzel insanlar tanıdım.
Ekim ayı başları, çam kese kelebeği zamanıdır. O vakitlerde çam ağaçlarından uzak yürümeye çalışırım. Çünkü en büyük korkularımdan biri kozadaki tırtılların üzerime düşmesidir. Kozalarına tutunamayıp yere düşen tırtıllar, arka arkaya dizilip konuşlanacak yeni bir yer ararlar. Uçarak değil, düşerek ayrılmışlardır. Tutunup beslendikleri çam ağaçlarından ayrılırken arkalarında kuru dallar bırakırlar.
Ekim ayında o güzel insanlarla güzel bir yola çıkacaktım. Yola çıkmadan önce, yıllarca takı sattığım Sevgi Yolu’ndan rengârenk amblemler aldım. Gideceğim yere selam topladım. İçinde ne varsa onu götürür ya insan gittiği yere. Barış, sevgi, selam vardı içimde. Ankara’nın serinliğinde sıcacık bir bardak çay ve poğaça için sözleştik arkadaşlarımla. Yüzümüze çarpan serinlikten sonra, çam kese tırtılları gibi dizildik yan yana.
“Boşluğumun krampları boğar sizi, ben ölürüm…
Kısa ve öz ölürüm…
Ben Berna diyorum, Berna Koç.
Duyuyor musunuz beni?
Yok, kimse duymuyor.
Duysalar soracağım, siz kimsiniz?
Kimse, siz misiniz?”