*
Onu karşımda capcanlı görünce dilim tutulmuştu. Bir şey söyleyecek gibi oluyordum ama ağzım o kadar kuruydu ki değil bir sözcük, bir harf bile çıkaramıyordum. Nasıl olabilirdi ki bu. Tamı tamına yedi yıl, beş ay önce vefat haberini aldığımız kardeşim aynı hisli bakışlarla dikiliyordu karşımda. Neden diye soruyordum içimden, neden? Bunca yıl hiç mi özlememişti beni, ablasını? Hadi beni geçtim, annemi babamı da mı görmek istememişti? Nasıl yapabilmişti bunu bize, nasıl?
Sessizliği bozan babamın boğazından kuru bir “Salih” kelimesi çıkmıştı belli belirsiz. Babam adım atmak isterken Salih koşup gözyaşları içinde babama sarılmıştı. İkisi de feryat figan ağlıyorlardı şimdi. Babamı ilk kez böyle görüyordum. Baba, lütfen ağlama, diyecek oluyordum ama bırakayım da ağlasın. Yıllardır içinde biriktirdiği göl, bir akarsuya dönmüştü şimdi. Ağlayıp rahatlaması iyi olurdu.
Annem önünde dikildiği kapıdan dışarı çıkıp gitmişti az önce. Arkasından yetişememiştim. Sonrasında çarpılan bahçe kapısının sesi çınlamıştı her yerde. Kızmakta haklıydı sonuna kadar ama ben ilk şaşkınlığımı üzerimden atmış bir halde, kardeşimin hikayesini anlatmasını merakla bekliyordum. Bizdeki hikayeler aynıydı nasıl olsa, hasretle dolu birbirinin aynısı aylar ve yıllar…
Daldığım düşüncelerden elinde bir bardak suyla içeri giren babamın sesiyle çıkmıştım. Hiç fark etmemişim mutfağa gittiğini. Alnında biriken terleri cebinde sürekli taşıdığı dedesinin yadigarı mendiliyle kurularken nasıl da yaşlanmış gelmişti gözüme. Ya Salih? Neden onu incelemiyordum ki… Kırgınlığımdan yüzüne bakamamıştım belli ki.
Ah Salih, iş bulma umuduyla gittiğin şehirden birkaç ay sonra yanıp kül olduğun haberini almıştık. Çalıştığın fabrika küle dönmüştü ve kurtulanların içinde senin adın yoktu. Annem aylarca tek kelime bile etmemişti. Babamsa konuşuyordu ama içine içineydi sanki kelimeleri. Anlamıyorduk ama tahmin ediyorduk söylediklerini. Öylesine bir hayattı işte yaşadığımız. Eğreti ve sıradan. Bizim değildi de sanki, uydurmaya çalışıyorduk kılıf misali. Şimdi bakıyorum da sana şöyle, hatırladığımdan daha bir zayıfsın. Gözlerin çukura kaçmış, tıpkı benim gibi. Yirmi sekiz yaşının içindesin artık. Biliyor musun, biz seni her yıl sadece doğum gününde anabildik. Çünkü ne zaman bahsin geçse, kederden bir ağ örüyordu evimize, görünmez bir örümcek. O ağa takılıp çırpınıyorduk. Dönüşü yok sanıyorduk, gitmene izin verdiğimiz için kendimizi asla affedemiyorduk. Ah kardeşim, nasıl affedeceksin bizi. Ya biz, peki biz seni nasıl affedeceğiz söyle?
Güneş batmak üzereyken hala susuyoruz aynı odada. Konuşmanı beklerken uykun ağır basmış olmalı ki kıvrılıveriyorsun oturduğun koltuğa. Tıpkı küçüklüğündeki gibi. Uykulara doymazlığın geliyor aklıma. Okula gitmek istemeyişlerin…
Sen derin derin uyurken saatlerdir yemek yemediğimiz geliyor aklıma. Mutfakta elim ayağım birbirine dolanmış şekilde bir şeyler hazırlamaya çalışırken birden anahtar sesiyle irkiliyorum. Annem gelmiş, gözleri şiş. Teyzeme gitmiş olmalı, belki de bir köşede sessiz sessiz ağlamıştır. Soramıyorum. İçimden bir sürü şey söylüyorum anneme. “Kötü günler geride kaldı, bak geldi oğlun sağ salim.” Demek istiyorum. Diyemiyorum… boğazım dipsiz kuyu sanki, yüreğimde sonsuz derinlikte bir havuz. Kayboluyorum içimde, belki de boğuluyorumdur.
Annem odasına girip kapatıyor kapıyı. Her zaman yaptığı gibi kaçıyor. Biz de babamla sessizlik yemini etmişiz gibi yiyoruz yemeğimizi. Tatları dünkü gibi değil yemeklerin, hiç bilmediğim bir his bırakıyorlar dilimin üzerinde. Aldırmıyorum.
Babam çayını bahçeye istiyor. Sessizlik bulutları dağıldı, ne güzel. Bir mezarı bile olmayışına üzüldüğümüz kardeşim yaşıyor. Şu an odada derin uykularında. Güzel değil mi? Ne anlatırsa anlatsın suçlamayacağım onu. Basıp bağrıma, kalan günlerimizi düşüneceğim. Birlikte geçireceğimiz her günü…
Çay demlenirken mutfağı topluyorum. Ellerimin titremesi geçti. Mis gibi bir koku geliyor bahçeden. Çiçeklerin, toprağın, baharın kokusu… Babam bu kez her zamanki yerinde değil. Bahçenin köşesindeki ardıç ağacının altına çekmiş masasını. Evin en uzak köşesinde. Bize uzak, yola yakın…
Bir süre mutfakta oturup kitabımı kaldığım yerden okumaya çalışıyorum. Kelimeler ve anlamlar birbirine karışsa da zar zor okuyorum bir yirmi sayfa kadar. Birkaç saat öncesine göre çok daha iyi sayılırım. Kitaplar yine kurtarıyor beni…
Sana bakmak için odaya geliyorum. O kadar derin uyuyorsun ki… Etrafı toparlarken kanepenin yanına bıraktığın ceketinin iç cebinde bir şey olduğunu fark ediyorum. Bir zarf var ve üzerinde bizim evin adresi. Ne babamın huzurunu bozmak istiyorum şu an ne de anneme haber vermek. açıp okumaya başlıyorum içindeki mektubu.
**
Değerli annem, babam ve ablam.
Mektubuma sizlere duyduğum derin özlemle başlamak isterim. Beni bu dünyadan göçtü bilirken aslında yaşadığımı sizlere söyleyememenin utancı içindeyim.
Biliyorsunuz ki köyde istediğim bir hayatı bulamayınca büyük şehre gitmiştim. Sizin pek rızanız yoktu ama çaresiz kabul etmiştiniz. Burada geçici işlerde çalıştım bir süre. Karnımı doyuruyordum ama benim istediğim hayat bu değildi. Fabrikada çalıştım ama iki ay sonra oradan ayrıldım. Sonrasında yasal olmayan işlere bulaştım. Kimliğimi değiştirdim. O yaşlarda kısa yoldan çok para kazanmaktı bütün derdim. Şu an çok pişman olsam da çaresi yok. Yedi yıldan fazladır cezaevindeydim. Utancımdan sizlere haber veremedim. Lütfen beni affedin.
Bu mektubu gönderdikten sonra ziyaretinize geleceğim. Kabul ederseniz temelli kalırım.
Sizi çok seven oğlunuz Salih.
***
Sema defalarca okumuştu Salih’in mektubunu. Ağlayamıyordu. Sanki mektuptaki harfler birleşip top top olmuştu da boğazına dizilivermişlerdi.
Salih’e baktı o an. Ağzı yarı açık, o kadar derin uyuyordu ki. Yüzündeki gülümseme çocukluğundan bir çatlak bulup sızmış gibiydi. İçi sızladı Sema’nın. Affetmişti onu. Annesi de babası da affedecekti nasılsa.
Ya hiç dönmeseydi?