Cıvıl cıvıl bir mahallede, akşamın meltemi yüzümüzü okşuyor. Güneş batmak üzere, insanlar hep bir yerlere yetişme telaşı içinde koşuşturuyor. Kiminin elinde file -pazar dönüşü- kiminin kolunda sevgilisi; bilmem neler konuşuyor. Bir yanda ihtiyarlar yürümekte zorlanırken, gözüme takılan bir çocuk yokuş aşağı koşuyor. Arkasında annesi, “Yavrum koşma, düşeceksin” diye bağırıyor. Çocuk uçmayı hayal ederken, annesi düşmesinden korkuyor.
Çocuk hızlandıkça anne daha da endişeleniyor, “Gel buraya, elimi bırakma dedim sana” diye bağırıyor, fakat dinleyen yok. Küçük kalplerde büyük hayaller besliyor çocuk. Dur durak bilmeden tekrar koşuyor. Elleri yana açık uçak oluyor. Gözlerini kapadığında göklerde uçuyormuş gibi hissediyor. Yüzündeki gülümseme her şeyi anlatıyor.
Nedense özgürlük denince akla ilk gelen şey gökyüzü oluyor. Uçmak bize özgür olmayı hissettiriyor. Farklı olsa da hayallerimiz, ufuklara baktığımızda, dalıp gitmiyor muyuz uzaklara? Denizlerden gelen sonsuzluk gökyüzüne yükseliyor.
Çocuk, en sade ve güzel hayallerin sahibi, hayallerine koşuyor. Ayağında ışık saçan spor ayakkabısı, üzerinde masmavi bir mont, başında gri bir bere ve en önemlisi içinde uçma hevesi…
Çocuk, istese de annesinin dediklerini yapamıyor. İçindeki hırs, heyecan, enerji… Bir türlü durdurmuyor. Yokuştan yukarı çıkıp tekrar tekrar koşuyor, yorulmak nedir bilmiyor.
Sonunda hep olur ya, annelerin dediği, ayağı bir taşa takılıyor ve toprakla çocuğun bedeni öpüşüyor. Anne ışınlanarak çocuğunun yanına varıyor, “Yavrum, gördün mü? Koşma demedim mi sana?” diye sesleniyor. Toprağa bulanmış; yüzü, gözü, elleri, çok acımış ki ağlayarak annesinin boynuna sarılıyor. “Neden hep haklı çıkıyorsun?” dercesine sitemkâr bakışlarını, büzüşmüş dudaklarını annesine gösteriyor.
Şefkatin ve merhametin tablosu karşımda duruyor, çok korkmuş olsa da çocuk vazgeçer mi? Acısını unutana kadar, sanırım…
Mehmet BONCUKOĞLU