“Gece, çoğu zaman, uğultulu bir sessizliktir. Öyle ki; duyulan uğultu, sessizliğin ta kendisidir. Nitekim, kulaklarını geceye dikmiş bir insandan daha tehlikelisi yoktur dünyada. Çünkü o, olanın reddi ile olmayanın özlemi arasında sıkışıp kalmıştır. Kestirilemez olandır. Artık, tahmin edilemezdir. Bu yüzden uykularından yorgun uyanırlar. Uykusuz sabahlara… Ne tuhaf! Çünkü intihar etmekle uyumak arasındaki savaşla geçirmişlerdir geceyi. Mutlak ama sezilmiş bir gerçektense, geçici ama inanılmış bir yalanı seçmişlerdir. Ve, uyananlar mağluplardır.
Galiplerin trajedisi ise, artık ölmüş bulundukları için, zaferlerine hiçbir zaman şahit olamamalarıdr.
Ve bu fark; olamayanların trajedisi ile olabilenlerin trajedisi arasındaki çelişkinin sözcülüğünü üstlenir. Olamayanların sığınacağı bir liman vardır her zaman: hüzün. Olabilenlerse, hiçlikle karşı karşıya kalmak zorundadır. Bir hüznün, hiçliklerini anlamlandıracak bir acının bile özlemini duyarlar.
Çünkü insan, ne toplumsal ne de bilişsel – insan, duygusal bir varlıktır. En ufak kırıntının iştahını duyar, evet; çünkü, en ufak kırıntının yoksunluğu bile intihar fikrinin ateşleyicisidir. İntihar bir fikirse – şükür halinize. Fakat bu ‘duygunun kırıntılarının yoksunluğunu’ yaşayanlar intihar ‘arzusuna’ kapılırlar. Ve korkarım, arzu bir duygudur.
Hayatta; söyleyeceği hiçbir sözü kalmamış olanlar, hayatın anlamını yitirenler, benliğini, benliğinin anlamını yitirenler intihar edemezler. Çünkü o bile, intihar bile, bir anlamdır. Söylenen bir sözdür. Ortaya atılan bir iddiadır… Ben artık yokum’u ortaya atabilmektir – ve genelde, yanılgıdır.
Asıl bilişsel trajedi, intihar edemeyenlerindir. İntiharı bir fikir olarak düşünecek kadar yaşamdan kopmuş – fakat aynı zamanda, intihar edemeyecek kadar da yaşamı kendinden koparmış olanlarındır…
Ve, hiçlik başlar.
Artık bir kimliğiniz yoktur. Çünkü herkes, ‘kim’sedir. Kendiniz bile… Kimse kim, dersiniz; ya da neyse ne… Hayat bundan ibarettir artık. Sabah uyanmış olmanın da gece uyumuş olmanın da anlamı ölürse – nasıl uyuduğunuzun da nasıl uyandığınızın da bir anlamı kalmaz.
Ve hiçlik büyür.
Yaptığınız tüm hatalar ve bile isteye teşebbüs ettiğiniz tüm rezilliklerle, başbaşasınızdır. Kendinizle göz göze, evrenle hemhalsinizdir. İnsanların bütün temaşalarını ve anlamsız seslerini geride bırakmayın sakın – çünkü ondan sonra, evrenin sessizliği başlar. Koca evrende kendinizden ve evrenden başkası kalmaz.
Ve hiçlik o kadar büyümüştür ki – tebrikler bir tutsaksınızdır artık.
Bir ‘şey’ olmakla kendinizi özgürlüğe tutsak etmişsinizdir. Bu olduğunuz şeyi oynayacak kadar akıllı ve – bence – budalaysanız, mesele yok. Ama zekâ ve dürüstlük – ki çoğu zaman farkındalıktır aşklarının meyvesi – sizi hastalıklı, delüzyonel bir günaha götürür: Kendi kendini kemirmekten başka işi kalmamış bir lağım faresisinizdir artık.
Ve hiçlik, pornografiktir!
Artık evrenin sessizliğini yırtmak için ya da bakışlarını üstünüzden çevirmeyen Zaman’ın gözlerini oymak için, sözcüklere başvurursunuz. Bir mastürbasyon bağımlılığıdır bu. Artık doğan her kelime, cinsel bir uyarıcıdır. Diken üstündesinizdir. Hayatla bulunduğunuz korunmasız ilişkilerden doğabilecek olan piç çocuklarınız olur. Onları beklersiniz. Onların, babalarının kıymetini bilecek, nankörlükten uzak, kadirbilir, vefalı piçler olmasına duacısınızdır artık. Ve maalesef, yanılırsınız. Her evlat, babasının katilidir. Ve sözcüklerinizin kurbanı, pervasız ve hoyrat, terk edilmiş bir babalık duygusuyla ölümü beklersiniz. Hayat, sizi aldatmıştır. Kendi çocuklarınız olan sözcüklerle.
Hiçlik; sözcüklerin dünyasında can çekişmektir.
Ve yazmak, intihar etmektir…”

