Yaz denirce Orhan Kemal’in Çikolata öyküsündeki yoğurtçunun kızı oluveririm hemen. O kız nasıl çikolatanın tadını bilmiyorsa ben de yazın ne olduğunu bilemeyenlerden, bilememişlerdenim. Ya da bilmeye fırsat bulamadım, bulamıyorum. Bu konuda bilmek fiilini oldukça geniş çekebilirim.
Diyeceksiniz ki altı üstü yaz, dört mevsimden biri işte. Hoş, şimdilerde dört mevsim diye bir şey kalmadı ya. İçlerinden ilkbaharla sonbahar insanoğlunun hoyratlığından adeta sinince ortalık yazla, kışa kaldı. Devam edeceksiniz, yaz dediğin sıcak, bol güneşli, bol meyveli, sebzeli falan diye. Ardından Neyini bilemiyorsun da yoğurtçunun kızı ile kendini kıyaslıyorsun. Orada yoksulluğun diz boyu olduğu bir kurgu var diyeceksiniz. Ee, ben de ondan bahsediyorum işte. Üstelik benimki kurgu değil. Birebir yaşadıklarım, duygularım.
Ben yaz yoksuluyum. Hani yoğurtçunun kızı, öykünün sonunda kaldırıma atılan top halindeki gümüş çikolata kâğıtlarını alıp kimse görmesin diye birkaç sokak ötedeki sidikli sokakta açıp yaladı yaladı ya ben de onun gibiyim. Benim yazımın güneşi, sıcağı, meyvesi, sebzesi o çikolata kâğıtları. Ya içindeki çikolata… O yok işte! Düşünüyorum da kız hiç olmazsa çikolatanın kalıntılarını yalamış. Ben de onun gibi hiç olmazsa yarım yamalak ucundan olsun yaşamak istiyorum yazı.
Yaz deyince aklınıza gelmeyeni, ya da beni üzmemek için es geçtiğinizin ne olduğunu size söyleyeyim. Tatil… Ta-til. İki hece. Öyle çikolata gibi söylenişi zor ve uzun değil. Ne rahat söyleniyor değil mi? Tadı nasıl acaba? Bilmem ki. Güzel olduğu belli. Boy boy, sere serpe arkadaş fotoğraflarından anlaşılıyor. Dalganın biri gidip öteki gelirken verilen güneş yağlı bronz bedenlerin pozları, beş yıldızlı hadi bilemedin üç yıldızlı otel havuzları, kaydırakları, açık büfe kahvaltıları, yemekleri, yok bilmem ne koyu turları.
Daha sayabilirim, sayabilirim de aman amma uzattın, sadece sen mi tatile gidemiyorsun, ülkenin çoğu seninle aynı durumda. Hele emekliler rüyalarında görüyorlar demenizden korkuyorum. Deseniz de haklısınız. Elin yabancısının kakiti çıkmışı bile gelip bizde tatil yapıyor. Hem de sürekli artan Dolar yüzünden neredeyse bedava. Pandemi sürecinde elini kolunu sallayarak girip çıktılar yolgeçen hani misali ülkemize. İşte böyle olunca kamyoncunun çocuklarının yediği çikolatayı görmemek için gözlerini kapatan yoğurtçunun kızına dönüveriyor insan içinde hep o bilinmeyenin merakı, özlemi ile.
Bir de on sekiz yaşına kadar geçmez bilmez o üç ayları yani her yaz tatilini Ankara’da gelir düzeyi çok düşük olan bir evde geçirirseniz. Neden derseniz? Ailem biz tatile gidemiyoruz bari kız gitsin diye düşünüp karne aldığım gün yallah Ankara diyordu. Ama ne tatil! Çok sevdiğim babaannemin sofraya ağıza atılabilecek bir şeyler koymak için çabalamasını, o çolak eliyle hamur açma, yere serdiği piknik tüpü üstünde kızartma yapma mücadelesini seyretmenin acısı hâlâ yüreğimde. Kolay değildi evde ikisi küçük çocuk altı nüfusu doyurmak. Bir de ben. Hoş, babam benim için para gönderiyordu mutlaka. Hatta onlara hep yardım ederdi ama ne kadar. Çünkü babam da kendi ailesini geçindirmek zorundaydı.
Yaz derken tatil, tatil derken Ankara, babaannem… Nerelere gittim bir anda. Ben de yoğurtçunun kızının yanındaki iki kardeşin halasına özentisi içinde yaşadım hep yazı düşününce. Ne demişti kız? “Benim de halam koz helva, keten helva, çikolata getirir hep,” Oysa hiç halası olmamıştı. Evet, ben de yazdan tatil getirmesini bekledim durdum. Boş durmadım ama. Durumu Ankara’da balkonda güneşe kendimi vererek telafi ettim. Mümkün olduğu kadar bedenimde gezineceği yerleri açarak. Aç aç nereye kadar tabii… Okul başlayınca babaannemin ne deniz kenarındaki yazlığı kalırdı, ne gezdiğim plajlar, koylar, discolar. Atardım atabildiğim kadar. Tabii inanırdı herkes marsık gibi olmuş tenime bakıp.
Sonra kış geçer öteki yaz gelirdi. Daha sonra öteki yaz. Yaz, yaz… Değişmeyen yazlarım ve ben.
Büyüdüm, evlendim. Eğilin, eğilin, bakın ne söyleyeceğim kulağınıza. Evlendikten yıllar sonra yazlığımız oldu biliyor musunuz? Daha ne istiyorsun diyeceksiniz şimdi biliyorum. Evet, ben de yıllar sonra da olsa işte yaz, işte yazlık, işte tatil dedim. Oh nihayet yazın keyfini çıkarabilecektim. Deniz, güneş, kum ve ben. Allah’tan başka ne isterdim. Ben bir şey istemedim, uzak, yakın tüm akrabalar, olmadı konu komşu, arkadaşlar keyfime maydanoz olmak istediler.
Geçerken şöyle bir uğradık diyerek en az bir hafta kalanlar mı ararsınız yoksa akrabalığın derecelerini kullanarak tüm tatilini bizim yazlığımızda geçirmeye adeta ant içenler mi? Program belli: Sabah kahvaltısı hazırla, ardından herkes denize gitsin, senin öğlen yemeği hazırlamak için sırtından ter aksın. Daha bunun akşam yemeği ve çay saati için kek, börek hazırlaması var. Bulaşıktan, çamaşırdan, temizlikten hiç bahsetmiyorum bu arada. Deniz, beni görse hacı görmüş gibi olurdu ama tam on yıl hiç göremedi desem yeridir. Zaten bazı yıllar bu hengameyi yaşamamak için yazı İstanbul’da geçirmeye razı oldum. Yıllarca özlem duyduğum tatili üstelik kendi yazlığımda yapamamaktan iyice gerildiğim yıllardan birinde bir de yazlığı satmak zorunda kalınca yoğurtçunun kızından beter oldum.
Hâlâ da öyle…
Bir yaz yoksulluğumdur devam edip duruyor.
Onun için bana yaz demeyin sakın. Yazın ortasında, ağustosunda en özlem duyduğum mevsim derdim de bu yıl nedir bu sıcaklar? Pes ettim yaz sevgime ama söz geçiremediğim içimdeki yoğurtçunun kızı “Sahi daha pastırma yazı var, değil mi?” diye umutla kıvranıyor. Bakalım eyyam-ı bahur kullanıcıları pastırma yazı için nasıl bir güzelleme yapacaklar?
Ceyda Sevgi Ünal