Emine iki çocuğuyla yattığı yatağın, henüz ayak değmemiş buz gibi soğuk kısmını hissederek uyandı. Bu anı bekleyen midesi, üç gündür süren açlığını hatırlatan ağrı ve gurultularla karşıladı onu. Son bir haftadır, belki de daha uzun bir süredir, şöyle adam gibi bir uyku yüzü görmemiş olan Emine bitkindi. Özellikle dün geceden beri musallat olan o sesler yok mu? Ne açlık, ne soğuk onu bu kadar yıpratmamıştı. Uykuyla uyanıklık arası bir arafta, rüya mı gerçek mi olduğunu kestiremediği bir zaman dilimine hapsolmuştu.
“ Günaydın sevgili seyirciler. Emine Akçay’ın evinden sizlere bildirmeye devam ediyoruz. Hatırlayacağınız gibi, kendisi ve iki çocuğu dün akşamı da odunsuz ve ekmeksiz geçirdiler. Bu içler acısı durumları daha ne kadar sürer bilinmez. Emine bugün sobayı yakmayı başarabilecek mi? Merakla bekliyoruz. Evet Emine söz sende, sobayı yakmak neden bu kadar önemli?”
Emine bir hayaletten kaçar gibi fırladı yataktan. Üstünde son on gündür giydiği uzun eteği, altında pijaması ve sırtını sıcak tutan kalın hırkası vardı. Eski bir alışkanlıkla çıkardığı çoraplarını, yatağın ayak ucunda bulup, aceleyle giydi. İki göz evin salon denilecek kısmına geçerken, bir yandan da sese cevap veriyordu :
“ Tabii önemli. Tüp bitti. Artık çocuklara ocakta bir şeyler hazırlayamam, ya da yakıp önünde ısıtamam. Sobayı yakarsam hem ev ısınır, hem de üstünde az biraz unla iki lokma ekmek yaparım. Ben Emine çocuklarına bakamadı dedirtmem.”
Hırsla sobanın başına dikilen Emine; içine dışına, sağına soluna bakarak sanki yakmak için bir düğme aradı. Onu takip eden ses :
“ Burada Emine’nin annesi Zülfiye Hanım var. Zülfiye Hanım, Emine’yi bize biraz da siz anlatır mısınız, kendisi hep böyle sorumluluk sahibi birisi miydi? ‘Yok canım ne gezer! Öğlene kadar uyurdu. Evlendi de hanım oldu. Yaşıtlarından da çok sonra evlendi zaten. O sümüklü Hüseyin olmasaydı başımıza kalmıştı. Kaynakçı dükkanı var diye bir hava evlendi. Evlendi de ne oldu? Adam bir iki sene içinde kapattı yattı evde. Hiiiiç bana gelip de ağlama dedim. Beni beğenmezdi, analığımı beğenmezdi, yok kafasında biti eksik olmazmış, yok ben onları kız diye hiç sevmemişim…daha neler neler! Şimdi onun çocuklarının üstü başı temiz de ne işe yarıyor?! Kursakları boş kursakları! Ben en azından kuru ekmekle de olsa ne onu ne de kardeşlerini millette muhtaç etmedim evvelallah’ pekiyi sizce sobayı yakabilecek mi? ‘Nah yakar! Neyle yakacak? Odun yok, odun! Elinde para da yok. O sümüklü, tembel, sefil herif iş buldum diye çekti gitti. Eeee! Nerde paralar? Zaten iyisi bunu mu alır. Kaldı iki çocukla başımıza olan bu işte’ “
Sobanın iki yanından sımsıkı tutan Emine bağıra bağıra ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. Annesinin her kelimesiyle çöken omuzlarını, son bir gayretle geriye attı. Başını dik tutmaya çalışarak :
“ Ben de muhtaç etmeyeceğim evvelallah!” deyip, çıktığı odaya tekrar girdi. Duvara iyice dayanmış olan yatakta uyumakta olan çocuklarından büyük olan Ahmet’i, uykulu bir halde oturmuş, gözlerini ovuştururken buldu.
“Anne?”
“He benim anan kurban, n’oldu? Uyandın mı?”
“Çişim geldi”
“İyi tamam kalk, kalk ama dikkat et kardeşini uyandırma”
Ahmet usulca yataktan sıyrılmıştı ki, odanın köşesine dayandırılmış araba lastiğini çıkarmaya çalışan Annesini fark edip durdu:
“N’apcaksın anne? Salıncak mı kuracaksın?”
Son cümlesindeki umutlu ışığı görmeyen Emine, kendisini işine kaptırmış bir halde cevap verdi:
“Yok Ahmet sen git işe bi hele sonra anlatırım”
Koca lastiği getirip sobanın önüne yatırdı. İki eli kollarının altına sıkıştırılmış öylece bakıyordu, kesmeye nerden nasıl başlaması gerektiğini hesaplıyordu. Ve o ses fısıldamaya başladı:
“ Aysun öğretmen, siz Emine’yi hiç böyle gördünüz mü? Eğitim hayatı boyunca da böyle boş boş bakar mıydı? ‘Maalesef. İlk okul hayatı boyunca Emine’nin dikkatini toplamasını hiç sağlayamadım. Üstelik leş gibi de idrar kokardı. Ailesiyle de durumu konuşmayı denedim ama…onlar da yani.’ Sınıfın hep en arka sırasına oturtmanız bu yüzden miydi? Kokusundan rahatsız olmanız ‘Bir ben değil ki, sınıfa giren herkes çoluk çocuk rahatsız oluyorduk. Ne düzenli bir beslenmesi olurdu, ne de ödevlerini vaktinde yapardı’ Sizde çareyi onu gözden uzak tutmakta buldunuz ‘Ne yapayım!? Bir benim çabamla adam olacak hali yoktu ki kızın. Beş kardeşin en büyüğü, evdeki işleri de ona yaptırıyorlardı. Kardeşlerinin saçını nasıl taradığını anlatmıştı bir kez. Zaten okulu bitiremedi. Annesi son kız kardeşini doğurunca aldılar. Zavallı, çocuk çocuğa bakarsa böyle olur işte, kendisi pasak içinde kardeşleri pırıl pırıl’ pekiyi sizce sobayı yakabilecek mi? ‘Bilmem. Yaksa iyi olur. Zorlukların üstesinden gelmeyi başarmışa benziyor ama; çoluk çocuk daha kaç gün böyle yaşarlar bilinmez. Kocanın işsizliği ortayken ne diye doğurup dururlar anlamam ki! Bakamayınca hadi yurda. Yazık yazık! Devletin sırtına yük’
Bulabildiği en büyük bıçakla lastiği kesmeye başlayalı çok olmuştu ama; katır derisi gibi inatçı çıkan tekerleği doğraması hiç kolay olmuyordu. Var gücünü kullanarak koca lastiği yakılacak odun parçaları boyutuna getirebilmişti. Tüm bu işlem boyunca canlı yayın hiç kesilmemiş, tacizleriyle içindeki öfkeyi bil eyleyerek, kollarına akıtmıştı. Kızı Kardelen yatak odasından ağlamaya başlamasa, bıçağı tutan elinin sıkılmaktan nasıl kasıldığını asla anlamayacak, en küçük parçalarına kadar doğramaya devam edecekti.
“ Ahmet anan kurban, oynamayı bırakta kardeşine bi bak hadi”
“ Tamam anne”
Oturduğu yerden, elindeki naylon arabayı bırakmadan içeri koşturdu çocuk. Gözden kaybolmasıyla :
“ Anne, burası çok pis kokuyo” demesi bir olmuştu.
Emine, diz geldiği yerden oflayarak kalktı.
Kardelen’nin altını açtığında, bezin artık kullanılacak hali kalmadığını anladı, üstelik bebeği yıkaması gerekiyordu. Yatağın tam ortasına çektiği küçük kızı, yine abisine emanet ederek mutfağa koştu. İyi günlerinden kalan elektrikli cezveyi suyla doldurup ısınmasını beklemeye başladı. O melun ses :
“ eeee! Yokluk olunca çocuklar o kadar da temiz olmuyormuş değil mi kızım? Kocan olacak miskin nerde? Hani iş bulmuştu? Nerde paralar? Şantiye diye çekti gitti, daha da gelmez. Gelmez. O boyu posu devrilesiceden koca olmayacağını anlamıştık ya kime anlatabildik. Hah! Kal bokun içinde böyle” dedi.
Elleri titreyerek kaynayan suyu alıp, bir koşu banyodan getirdiği mavi küçük leğene boşalttı. Suyun buharı öyle sıcaktı ki; Emine mosmor olmuş parmak uçlarını uzatarak ısıtmayı denedi. Yaz bir gelseydi. En azından soğuk sıkıntılardan biri olmaktan çıkacaktı. Kız da büyürdü, bezden kurtulur, o işe gittiğinde abisiyle evde kalacak kadar olurdu. Sırtından terin buharı çıka çıka tarlalarda çalıştığı günleri hayal etti; yaz bir gelsin, hamile kalmadan önce yaptığı gibi evlere temizliğe de giderdi. Ama önünde aşması gereken bir kış ve yakması gereken bir soba vardı.
“ Mehmet Bey, siz torunlarınızın evde tek başına kalmasına ne diyorsunuz? Bu sizce doğru bir şey mi? ‘Amaaan, n’aparsa yapsın! Bana kalsa hala genç, ne o Hüseyin denen haylazı bekliyor. Versin çocukları yurda, gitsin evlensin. O iki boğazla kapıma gelmesin de. Zaten anasıyla da hiç anlaşamaz. Zülfiye bunu çok ezdi, bu da altta kalmazdı ama…işte, ben de böyle bir sürü kaşık düşmanının içinde yedim kafayı. Ben başımdakileri eksiltmeye bakıyorum, diyeceğim bu.’ “
Kızının altını alıp atarken kendi kendine söylenen Emine “ ben çocuklarımı kimseye muhtaç etmem” diye tekrarlayıp duruyordu. Sıcak suyla iyice yıkadığı kızını, kullanmadığı kıyafetlerden yaptığı bezlerle bağlayıp, bir güzel battaniyesine kundaklayıp, sobanın yanındaki kanepeye getirip yatırdı. İçinde yeniden sıcak bir şeyler uyanmış, yüzünü güldürmüştü. Çocuklarına uzanıp tek tek okşayıp öptü. “Ben onları yurda murda vermem, Allah büyük, bugüne kadar geldik yazı da göreceğiz inşallah” diyerek sobanın başına geçti.
Emin hırsla sobaya bir tekme attı. İçindeki lastikler islenmiş, pis bir koku salmıştı ama; bir türlü yanmıyorlardı. Çocuklarına baktı, “yenilmeyeceğim” diye hırladı. Bu sobayı yakacaktı, başka çaresi yoktu, yanacaktı. Odun olabilecek eşyaları tekrar gözden geçirmek için evin içinde dört dönmeye başladı; yatağın altı, mutfak tezgahını dibi köşesi iyice girip baktı. Yoktu yok! Alelacele eşyaları itip çekerken, o metalik sesi duydu, birkaç bozuk paranın uyumlu ritmi. Elinin altındaki poşetleri sallamaya, sıkmaya başladı. eskiden yapılmış alış verişten kalan para üstü olmalıydı. Bulmuştu onları, tam düşündüğü gibi, düğüm yapılmış bir poşetin ucunda duruyorlardı, tam tamına altı lira. Hiç az bir para değildi. Emine’nin buz tutmuş yüreği, temmuz görmüş kar gibi eridi. Bir sevinç kapıya koştu. İçerde uslu uslu televizyon izleyen Ahmet’e :
“ Oğlum anan kurban, ben oduncuya gidiyorum tamam mı annem? Kardeşine baka dur, hemen gelirim diye seslenip, bir yandan da telaşla giyindi.
“ Hüseyin Bey sizleri görmek ne güzel. Sora bilir miyim, en son Emin’ye ne zaman para gönderdiniz? Ya da evin her hangi bir ihtiyacını en son ne zaman giderdiniz? Ve Emine, elindeki altı lirayla odun alabilecek mi? ‘O her işi halleder. Ben ne yapsam yeterli gelmezdi zaten. Evlendiğimizde, ilk zamanlar iyiydik. Ama çocuklar doğduktan sonra her şeyi ister oldu; yok çocukların yemesi, içmesi, giyinmesi, bayramlığı…her şey dört dörtlük olsun istiyor. Sanki bana sarayda doğmuş. Allah var, dükkanı kapatıp evde oturduğum zaman bana da , çocuklara da iyi baktı. Üşenmedi, her işi yaptı. Ama yetmedi. Kazandığıyla kirayı bile ödeyemiyorduk. Hamile kalınca çalışmayı bıraktı, hepten sağa sola borçlandık. İşte ben de şimdi Seyhan’da bir şantiyede iş buldum geldim. Kazandığımın hepsi alacaklılara gitti. Sen bakarsın başının çaresine dedim, ne deyim’ “
Emine’ye sokak evden sıcak gelmişti. Tüm gece yağan yağmurun, canlılık veren kokusunu içine çekerek, çamurlu kaldırımdan hızlı adımlarla oduncuya gitti. Adamı, dükkanın önünde, eski bir iskemlede oturmuş, sigara içerken buldu. Oduncu onu tanıyordu, eskiden köşedeki yıkık dökük binanın altında kaynakçılık yapan gencin karısıydı. Kadının etekleri ıslak, iki büklüm haline bakıp acımadı değil. Oysa eskiden böyle görünmezdi. Gençliği, diriliği ile sokağı sallar gibi yürürdü. Oysa şimdi, üzerinden asırlar geçmiş gibi çökmüş, eskimişti. Üstelik uçan kuşa borçları olduğunu da duymuştu, bu bilginin ışığında istifini bozmadan “buyur bacım” dedi.
Emine, avucuna sıkıştırdığı bozuk paraları adama uzatarak, bir çuval odun almak istediğini söyledi ama; o parayla değil bir çuval, bir kilo bile alamayacağını kesin bir “cık” sesiyle öğrendi. Ancak adam, eski günlerin hatırına, kapısının hemen önünde yığılı duran odunlardan bir çanta doldurup verdi. Emine minnetle dolu, çantayı kaptığı gibi eve koştu. Yüreği pır pır : “ Ey büyük Allah’ım, sana şükürler olsun !” diye şakıyordu.
“ Allah sevdiği kuluna yardım eder değil mi hocam? ‘Allah her kuluna yardım eder, yeter ki şükrü bol, yetinmeyi bilen, isyan etmeyenlerden olsun’ Pekiyi sizce Emine sevilen bir kul mu? ‘ Kulun derecesini bir tek Allah bilir. Kimini çok sever bereketlendirir, kimini çok sever sınavını ağırlaştırır’ Her şey sevgiden diyorsunuz. ‘pek tabi’ Ama Emine hayatı boyunca çok da sevildiğini hissetmedi, istenmediğini, kabul görmediğini düşünmesi yanlış mı? ‘haşa! Bu isyana girer. Her ne yaşarsa yaşasın, isyan en büyük küfürdür. Allah bir tek kafirleri sevmez’ “
Sobanın önünde diz çökmüş, ıslak odunların yanmasını bekliyordu ama boşuna; her yolu denemişti, yanmıyorlardı. Öyle bir yağmur yemişlerdi ki, ne fön makinesiyle kuruta bilmişti ne de kat kat sardığı gazetelerle yanmalarını sağlamıştı. Yanmıyordu işte soba. Ev ısınmayacak, karınları doymayacaktı. Koca dünyaya fazla hissetti kendisini. Usulca doğruldu. Fön makinesini çalıştırıp Ahmet’in eline verdi :
“ Al bunu, kardeşinle kendine tutup ısının. Benim az bi işim var”
Onları orada, makinenin hırıltılı sesiyle baş başa bırakıp arkaya odaya geçti. Sabah tekerleği çıkarırken gözüne ilişen tavandaki çengele baktı. Arkasında koca bir ordu konuşup duruyordu :
“Allah seni sevseydi erkek doğardın, eksik etek, seninle niye evlendim bilmem sen geldin dükkanın bereketi kaçtı, bu çocuklar yine mi aç, bakacağınız kadar doğurun, yurda vereceksin başka çaresi yok, Hüseyin gelmez artık, bak başının çaresine…”
Susmayacaklardı, ama onları nasıl susturacağını biliyordu. Tavandaki çengelden gözünü ayırmadan, salıncak için kullandıkları halatı aldı. Onu oraya Hüseyin takmıştı; mutlu, sıcak, güzel günlerinin birinde. Ahmet’e hamileydi. Ucuna o yağlı halatı geçirip, tekerleği de asınca al sana salıncak demişti Hüseyin. Nasıl da mutluydular. Emine korkmuştu, ya taşımazsa diye. Ama Hüseyin, kucakladığı gibi oturtmuştu onu, ve nasıl güzel sallamıştı. Neşeli çığlıkları yine çınlıyordu kulaklarında. Sıcaktı, yazdı, seviliyordu. Yine sevilmek için yağlı sicimi çengele taktı. Nasıl olsa cehennem sıcaktı.