Ruhumuzu şeytana sattıktan sonra yaşadıklarımızdır bazen hayat, ya da satmadan önce.
Kime göre doğrudur, hangisi doğrudur bilinmez.
Herkesin doğrusu da gerçeği de kendindedir.
Aslın da yaptığımız, yaptıkları bütün yorumlar boşunadır.
Değişilmez bir gerçek vardır, ruhun tabiatında.
Böyle akıl oyunlarıyla alt edebilseydik, zaten herkes akıllı, herkes uysal, herkes iyi kalpli olurdu.
Oysa sınırları zorlayan bir gerçek vardı insan hayatında.
Hayallerin dışında, yaşamanın dışında, bazen insan olmanın bile dışında.
Kavrayamadık sadece yargıladık.
Bırak aynı kefeye koymayı, kefenin ne olduğunu bilmeyen insanlar yargıladı bizi, beni, onu.
Evet mahkum da uyuyordu günün sonunda, avukatta, hakimde.
Ama biri delikli, biri deliksiz, biri de delik deşik.
Uyuyordu neticede değil mi?
İşte bu kadar basitti yaşamak.
Küçük, alçak, cahilce…
Kelime dağarcığının çokluğuna dayalıydı bazen yaşadığımız, ama bazen de yaşamadığımız.
Akla karayı seçemiyordu bazen insan.
Hep griydi bütün renkleri.
Evet Arafat dağında kalıyor, yönünü bulamıyordu.
Bazen hep bozuk oluyordu o pusula.
Ama bazen de çalar saat gibi istikrarlı.
Ama yine de biri bozuk bir pusulayı seçerdi, biri de istikrarlı bir saaati.
Hep doğru olsun diye beklediğimiz insanlar, belki de en büyük yanlışın ortasındaydı.
Çıkarmadık, çıkaramadık sadece yargıladık.
Okumadık ama, bir hakim olduk, bir savcı, bir yargıç..
Ne gerek vardı okumaya?
Böyle basit bir mesleği.
Zaten herkes yapıyordu.
Ve en büyük rütbeden diploma almışcasına.
Kalleşçe, utanmazca, sırıtarak…
İşte bu kadar basitti yaşamak.
Kul, köle olarak, evet sadece satılan bir köle.
Sadece adının yanına konan bir sıfat kadar yaşamak.
Bu kadar basitti.
Yeni doğmuş ağlayan bir bebek, ölmemek için Allah’a yalvaran bir ihtiyar..
İşte bu kadar basitti yaşamak.
Bir cenazenin düğüne dönüştüğünü çektiğim fotoğrafa kimse inanmamıştı mesela.
Ama öyleydi.
Yaşamak öyleydi.
Kimse çektiği fotoğrafa bile inanmadı.
Çünkü yaşamak kolaydı, düşünmek zor.
Evet insan olmak zordu, insan kalabilmekte.
İnsan da olamadık, kalamadık da…