Çok uzaklardan gelen bir fısıltı… Kulaklarımın içinde derin bir deniz yankı yapıyor gibiydi.
Gövdemi ışığın ulaştığı birkaç noktada yoklamaya çalıştım. Zifiri karanlığın hüküm sürdüğü
odada, lanet olası pencereler ışığı inkâr ediyordu. Gözbebeklerimi hissetmiyordum.
Çürümenin kitabını yazmış olsaydım ancak bu denli manidar olabilirdi. Defalarca okuduğum
ve altını çizdiğim Cioran’ın belleğini ve kitaplarını düşündüm. Düşüncelerimin arasında, çok
uzaklardan gelen fısıltı, haykıran bir anonsa dönüştü
“Michael Sorkoser!”
Evet, evet, bu benim ismimdi! Tam otuz yıl boyunca durmaksızın yüreğimde, ruhumda
hissettiğim fevkalade olasılıklarla dolu ismim!
Boğazımı temizlemeye çalıştım. Günlerdir hiçbir şey yemediğim için yutkunamıyordum.
Mırıltı ile hırlama arası boğuk bir cümleyle yanıtladım
“Michael Sorkoser benim, çıkarın beni buradan! Işıkları yakın, her yer kapkaranlık, ne olur
pencereleri açın, yalvarıyorum!”
Birkaç takırtı… Kapı gıcırtısı… Havlayan ve uluyan köpekler… Arınmaya eşlik eden su
sesi… Sahi, denizi kaç yıldır görmüyordum. Yıl oldu mu, ya da ay? Bir takvimim olsaydı her
şey daha kolay olabilirdi. Çocukluğumu düşündüm. Dokuz yaşlarında olmalıydım. Annemle
denizden gelmiştik. Hava soğuktu, rüzgâr bütün hışmıyla denizi dolduruyordu. Suya girmek
için direnmiş, tüm gün gözyaşlarım telaşla akmıştı. O da nesi? Ağlıyor muydum yoksa?
Avuçlarımı göremiyordum, ancak ılık ılık düşen damlalar kasvetin içinde parlıyordu.
Birden odaya atılmış atom bombası gibi aydınlandı etraf. O denli ışık vardı ki bayılacağıma
kanaat getirdim. Kollarımı yavaşça kaldırıp gözlerimin üzerine siper ettim. İlk dikkatimi
çeken ayaklarım oldu. Esmer ve yapılı ayaklarım gitmiş, yerine iskeletten bir duvar kalmıştı.
Bastığım beyaz mermerler ki her yan bembeyaz mermerdi, kan damlalarıyla doluydu.
Kollarımı saçlarıma götürmeye çalıştım. Çığlık çığlığa bağırdım bu kez
“Kafam yok, kafam yok, kafam yok! Ne yaptınız kafama! Siz delisiniz, siz çıldırmışsınız,
söyleyin nerede kafam!”
Tekrar kapı gıcırtısı… Burnuma dolan, hayretler içindeydim çünkü olmayan burnum keskin
kokular alıyordu, manolya kolonyası kokusu… Biraz ileride fark ettiğim demir kapı açıldı.
İçeriye bir çocuk girdi. Sapsarı saçları, delici mavi gözleri ve kanatları vardı. Kanatlarında
dünyayı taşıyordu. Geoid dünyamız yumuşak bir şeker biçiminde damla damla eriyordu.
Eriyen her damlanın üzerinde uyuyan bebekler seçiliyordu. Bu manzara bana cennet ile
cehennem arasındaki arafı işaret ediyordu. Korku, heyecan, umut, dehşet…
“Hey çocuk, kimsin sen? Ben neredeyim? “
Çocuk, kanatlarını yavaşça demir parmaklığın üzerinde yarı belirgin kubbeye fırlattı. Kubbeyi
uzamsal uykulu bir halde ayırt edebiliyordum.
“Micheal, kubbeye bak!”
Tuhaflığın simyasında olmayan başımı kubbeye doğru döndürdüm. Gök cisimleri camları
yalayıp geçiyordu. Bir astroid kubbenin üzerinden uçup gitti…
“Cennette miyim, cehennemde sıramı mı bekliyorum?”
“İyice bak Micheal, dikkatli bak.”
Çocuk melek, kanatlarını kendine doğru çağırdı. Ve bir şeyler mırıldandı. Çocuk meleğin
dudaklarına doğru taş kesilmiş bir istençle gömülmüştüm. Bir akarsuyun, kesinlikle herhangi
bir akarsu değildi, camlardan döküldüğünü gördüm. Suların ortasında gemiciler hayvanları
besliyorlardı. Bu ekolojik dengenin çağrışımıydı.
“Duyabilirsen Micheal, yalnızca duyabilirsen, gerçeğin tüm boyutuna erişmek üzere rüyanı
yanına alıp özgür olacaksın.”
“Tam olarak neredeyim çocuk melek?”
“Zihninin hapishanesindesin.”
“Ne kadardır buradayım? Buradan çıkmak ve çıkmamak arasında sürükleniyorum.”
“Belki bir gün, belki bir salise… Belki de bin yıl…”
Her şey giderek daha da karmaşık bir hal alıyordu. Eğer hala hayattaysam ve bu çocuk benim
için gönderildiyse bir umut olmalı diye düşündüm. Mutlaka bir umut olmalı…
“Düşüncelerin her şeyi açıklıyor Micheal. Bana bak, gözlerime bak.”
Olmayanla olana baktım. Melek çocuğun bakışları o denli etkileyici idi ki kar fırtınasının
ortasında sürükleniyordum. Bedenim uyuşmaya başladı. Minik karıncalardan birkaç tanesini
avuçlarımda hissettim. Ardından yüzlercesi, binlercesi bedenimde dolaşıyordu. Oldukça
garipti ancak bundan haz alıyordum.
“Şimdi uyuyacaksın Micheal, uyandığında hapishanenden kurtulacaksın.”
Uyuştum. Buz gibi hava ciğerlerime işliyordu. Ciğerlerimi parmaklarımın ucunda bulana dek
neredeyse her şey yolunda görünüyordu. Parmaklarımın ucuna dolanan ciğerlerim, akordeon
çalmaya çalışıyordu. Mırıldandılar
“Micheal, ırmağın kenarına doğru yürü.
Irmak mı, hangi ırmak? Ben bir odada hapiste değil miydim? Düşüncelerim birbiriyle
yarışıyor, kazara biri diğerine değince adeta tüm sinaps bağlarım kopuyordu.
“Haydi Micheal, ırmağa doğru yürümelisin.”
Olmayan başım ve dolanık gövdemle karların ortasında tertemiz ırmağı gördüm. Kemikli
ayaklarımın üzerine kar botları giydirilmişti. Bastığım yerlerde kardelenler açıyordu. Uzaktan
bir siluet seçiliyordu. Silueti tanımak ve tanımamak arasında bocaladım. Siluete doğru
yaklaştım. Sanki bir kitaptan çıkmıştı, bir kitabın renkli sayfalarından süzülüp bu manzaraya
atılmıştı. Elimi omzuna attım.
“Olamaz, sen Van Goghsun! Kesinlikle osun!”
Van Gogh’un beni evvelden tanıdığı hissine kapıldım. Sanki birlikte doğmuş, tüm güzel ve
kötü zamanları birlikte geçirmiştik. Doğum günlerimde, babama kızıp evden kaçtığımda, ilk
kız arkadaşımı öptüğümde, otostopla dünya turuna çıktığımda, arkadaşlarla sigaralarımızı
saklayıp içtiğimizde, ilk aldatıldığımda, üniversiteyi bitirip mutluluktan uçtuğumda, sarhoş
olup tanımadığım birinin arabasına kustuğumda hep o vardı…
Van Gogh duruşunu bozmadan resim yapmayı sürdürüyordu.
“Sarı boyayı ver bana.”
Palet, tablo, nehir arasında gidip geliyordu zihnim. Hiçbir şey anlamıyordum veyahut
anlamaya başlıyordum.”
“Şimdi maviyi ver Micheal.”
Mavi boyayı Van Gogh’a uzattım.
“Micheal, sana başını vereceğim. Senin resmini yapıyorum şimdi. Resmi bitirdikten sonra
tabloyu başına koyacaksın ve başın yerine gelecek.”
“Gerçekten mi! Çok teşekkür ederim Van Gogh. Buradan nasıl kurtulacağım peki?”
“Çok basit. Kulağımı görüyor musun?”
“Evet, çok üzgünüm. İlkokuldayken resim kitabımdaki kulağını kesmiştim.”
“Onu bana geri vereceksin. Kulağım çok acıyor ve kanıyor.”
“Fakat nasıl, nasıl olacak? Resim nerede onu dahi bilmiyorum.”
“Cebinde Micheal, sol cebinde.”
Elimi cebime hızlıca attım.
“İşte burada Van, al!”
Van Gogh resmi bir çırpıda kulağına koydu. Kulağı eski, kesilmemiş haline geri döndü.
“İşte , bitirdim, bu senin resmin.”
Resmi nazikçe aldım, başımın üzerine oturttum. Zincir sesleri içinde devasa bir gemi ırmağa
yanaştı. Geminin bayrağında büyük harflerle MİCHEAL yazılıydı.
“Kurtuldum, kurtuldum!”
“Hikâyemi beğendin mi Anna?”
Müthiş olmuş Micheal. Yaratıcı yazarlık dersi için mükemmel bir seçim. Şunu belirtmem
gerekiyor ki dün akşam Van Gogh ile ilgili tez hazırlıyordum ve bir hezeyan anında kulağını
kestiğini sesli bir şekilde okudum. Etkilenmiş olmalısın.
“Bilinçaltı, kesinlikle bilinçaltı!”
Bence Freud ile ilgili de yazmalısın Micheal. Belki buzdağı ile ilgili birkaç hikâye çıkabilir.
Açık pencerede birkaç baykuş öttü, bir bebek sesi duyuldu. Ve evin önündeki ağaçların
gölgesi ay ışığında taşlara kanat gibi yansıyordu…