Her zamanki gibi kadın dizüstü bilgisayarının klavyesinin üzerini arkasını gösterecek kadar ince beyaz örtüsüyle örtmüş kapağını kaparken “Bebeklerin gündüz uykularında aydınlıktan rahatsız olmamaları için yüzlerinin tülbent veya ince mendille örtülmesi gibi” diye geçirdi içinden. Bebek Bilgisayar. Öyle ya alınalı bir sene henüz dolmuştu. Sonra tantanlardan karşıya geçerek gittikleri Neş’e Ablaların evinde bir öğleden sonra annesinin onu dizlerine yatırdığı gözlerinin önüne geldi. Üç buçuk dört yaşlarındaydı. Annesi yüzüne ince bir mendil örtmüş kahve içiyordu. Kıpırdayınca kahveyi dökmüştü ama hatırlayamadı kahvenin neyin üzerine döküldüğünü. Yüzüne, eline gelmemiş yanmamıştı şükür. Üzüntü nidaları “Ah! Hay Allah!” vardı fakat yine. Titiz kadındı annesi sevmezdi lekeli giysi.
Kadının dizüstü bilgisayarının görev çubuğuna birkaç günde bir değişen veya bazen gün be gün değişen dünyanın farklı yerlerini veya farklı yerlerden canlıları simgeleyen semboller yüklenirdi, kadının internetten bilgi toplayıp bilgisayarına uyumadan önce kendi kurguladığı masalları anlatması için.
BARAJ
Bugün sana canım bilgisayarım dünyanın bir ucundaki uzun bir nehrin masalını anlatıcam. İşte örtünü de örtüyorum. Başlayabilirim artık. Kuruluşu yıllar yıllar öncesine dayanan Japonya’nın batıda Niigata eyaletiyle sınırlanan Fukishima eyaletinin Aiuzu bölgesinin dağlık batı kısmında yani Japonya’nın kuzeybatısında, yakınından iki yüz altmış kilometrelik nehir geçen küçük şirin bir kasaba varmış. Nehrin adıyla kasabanınki aynıymış: Tadami. Nehir dağların ve Bereketli Ormanın içinden akarmış. Kışın çok yağar iki üç metreyi bulurmuş. İlkbaharda kiraz çiçekleri açar, sonbaharda yeşil yapraklar kırmızı ve turuncunun tonlarına bürünürmüş. İlk demiryolu köprüsünü buraya yapmışlar. Yüz otuz beş kilometre boyunca uzanan tren yoluyla ülkenin herhangi bir yerinden buraya gelebiliyormuş insanlar. Trenin ruhunda Khachaturian’ın “Sabre Dance”ı varmış. Treni görenlerin içinde bu müzik çalmaya başlıyormuş hem de Japonların o hızlı trenlerinden olmadığı halde.
İnsanlar kar yüzünden işe gidemedikleri zaman elişi yaparak zamanlarını değerlendirirlermiş. Tsuru Zaiku yaparlarmış. Yani Narin Asma Dokuma Biçimi. Bu geleneksel elsanatıyla sepetler, el çantaları, cüzdanlar yaparlarmış. Sepetler elastik özelliğe sahip olduğundan kullanıldıkça daha parlak hale gelirmiş.
Bölgenin bozulmamışlığı, sakinliği ama özellikle insanı büyüleyen dört mevsim manzara fotoğrafları yatırımcıları, işletmecileri sonra da tur operatörlerini harekete geçirmiş. Birçok otel hizmet vermeye başlamış, tur programları düzenlenmiş. Hem Japonya’dan hem dünyanın farklı yerlerinden insanlar gelmiş. Orman yürüyüşleri yapmışlar, kano kullanmış, heyecan severler rafting yapmış, yöresel yemekler yemişler, kasabada Tsuru Zaiku yapmışlar.
Gel zaman git zaman böyle büyük bir nehirden daha fazla fayda sağlanmalı deyip elektrik üretmek için yüz kırk beş metre yüksekliğinde beton Tagokura Barajını yapmışlar. Japonya’nın üçüncü büyük barajıymış bu. Turizmin başlaması turistlerin gelmesiyle kasabadakilere yeni iş imkanları doğmuş. Barajın yapımı sırasında mühendisler, işçiler çalışmış. Bittikten sonra bazıları gitmiş başkaları gelmiş. Lojmanlar yapılmış. Barajda çalışanlar aileleriyle lojmanlarda yaşamaya başlamışlar.
Tadami artık küçük bir kasaba değilmiş. Kalkınmış. Öyle ya koskocaman barajı varmış. Hızla değişiyormuş. Ama bu değişimden memnun olmayanlar da varmış. Boz renkli, vücudu siyah lekelerle kaplı, başında siyah şeritleri olan ev kedisi büyüklüğünde pars kedi çok mutsuzmuş. Barajın yapımı sırasında gürültüden hiç uyuyamamış. Pars kedileri gündüz ağaç kavuklarında, kaya yarıklarında uyur gece avlanırmış. Ama gündüz seslerden gözünü kapatsa bile dalamamış bir türlü. Barajın yapımı bitmiş. Sesler kesilmiş. Bizimki rahat bir nefes almış dememe kalmadan barajda çalışanlar tüfekleriyle peşine düşmüşler. Kürküne talep azalmış azalmasına ama Japonya’da meraklısı pekçokmuş hala. Artık geceleri avlanmaya çıkamıyor saklanıyormuş. Gündüzleri de ortaya çıkmıyormuş ekseri ama dayanamayınca açlığına iki üç gün sonra kovuğundan çıkıp avlanıyor ya da kelleyi koltuğa alıp lojmandakilerin çöp tenekelerini karıştırıp yiyecek aşırıyormuş. Allahtan yiyecek bolmuş.
Zavallı pars kedisini izleyip bu halinden pek keyiflenip gevrek gevrek gülen kahverengi beyazımtırak göğüsleri çizgili orta boyda ince uzun bir guguk kuşu varmış. Guguk kuşunun üvey anne babasının yuvasını dağıtıp eş bulmaya çıktığından bu yana pars kedisi peşindeymiş. Guguk kuşu öyle kuru gürültüye pabuç bırakacak değilmiş. Yumurtadan çıktı çıkalı neler görmüş neler geçirmiş. Feleğin çemberinden geçmiş. Annesi onu başka bir kuşun yuvasına bırakıp gitmiş. O diğer yumurtalardan günler önce yumurtadan çarçabuk kendini toparlamış üstü başına çekidüzen vermiş, “Mavi Tuna” valsinin ezgisini mırıldanarak akrobatik hareketlerle diğer yumurtaları tek tek aşağı atmış. Artık üvey anne babasının getirdiği yiyecekleri kimseyle paylaşmak zorunda kalmayacakmış. Öyle de olduğundan üç hafta sonra üvey annesinin tepesinden bakıyormuş. Altı hafta yemiş yemiş yemiş sonra yuvayı dağıtıp eş bulmaya gitmiş. Yumurtlayacağı zaman da öyle garanticiymiş ki yuvadan yumurtalarını hani bir ihtimal atarlarsa diye yuvanın sahibininki gibi yumurtalar yumurtlamış.
Japonya’da karşılıksız aşkı sembolize ettiğinden çok kıymet verilirmiş guguk kuşuna. Lojmanda kalan ailelerden birinin genç oğlu onu sırf kendi boşboğazlığından görmüş ve o sembolün sahibi olmak istemiş. Aslında renkleri ortama uygun olduğundan kendisini gizlermiş ama her zamanki gibi boş bulunup ses çıkarmış ses çıkarsa yine iyi keyiflenip şarkı söylemiş: “Köprüler yaptırdım gelip geçmeye, çeşmeler yaptırdım suyun içmeye karam içmeye karam aman aman içmeye vay vay…” Sonra pırrr tabi. Ama genç çocuk hep ormanda arar dururmuş onu. Sıcak bir öğleden sonrası. Aaa! Uyudun mu? Renkli rüyalar güzel bilgisayarım!..
SUYUN ALTINDAKİ KASABA
Tatlım bugünkü masalım yine çok çok uzaklardan. Tuhaf ürpertici. Uykuya geçmekte zorlanabilirsin belki veya güzel rüyalar yerine kabuslar görebilirsin ama unutma bu sadece bir masal ve söz uyanana kadar da yanından hiç ayrılmıycam. Evet başlıyorum.
Çok çok eski zamanlarda Kanada’nın güneybatısındaki Alberta eyaletinin doğu bölgesindeki Banff Milli Parkında kasabanın yaklaşık beş kilometre kuzeydoğusunda yirmi bir kilometre uzunluğunda yüz kırk iki metre derinliğinde Minnewanka Landing adlı bir buzul gölü varmış. Minnewanka Ruhlar Gölü anlamına geliyormuş. Rocky Dağları arasında yer alan gölün buzullarla beslenen suyunun fiziksel ve zihinsel rahatsızlıklara şifa verdiği söyleniyormuş.
Yüzeyin altmış metre altında Minnawanka Landing diye adlandırılan batık bir kasaba varmış. Eski bir otelin, bir dizi kır evinin temelleri, kaldırımları, köprü direkleri, rıhtımlar, baca, 1912’de yapılan barajgölün buz gibi suları sayesinde hala sağlam duruyormuş.
1886 yılında John Astley ve Will Desbrowne bölgedeki bol miktarda kütükleri kullanarak Beach House Hotel’i kurmuşlar. Kısa bir süre sonra John’un erkek kardeşi Charles, karısı ve henüz bebek olan kızları Violet de onların yanına taşınmış. 1890’dan sonra da bu aile oteli işletmiş. Kısa bir zamanda zenginler sayesinde kasaba çok büyümüş. Kasabada dört cadde üç sokak varmış. Charles’ın karısı Lucy güzel yemekler yapmada çok ustalaşmış. Oteldeki müşterilere deniz taraklı turtalar, jöleli pudingler, meyve şekerlemeleri ve daha birçok lezzetli yemek pişirirmiş. Ancak 1903’te otelin yönetimini kasabanın rahibi Basil Guy Way almış. 1912’ye kadar oteli o işletmiş.
Rahip Basil Guy Way, Charles ve karısının Tanrının buyruklarına göre İncil’de yazıldığı gibi yaşamadıklarına günah dolu bir yaşantı sürdüklerine inanıyormuş. Otele gelenlerin de onlar gibi dünyevi zevklerin peşinde günahkarlar olduğunu düşünüyormuş. Çok içki içmelerini, kumar oynamalarını, zina yapmalarını tasvip etmiyormuş. Böylece Charles borçları yüzünden acil nakit ihtiyacından Beach House Hotel’i değerinden çok düşük fiyata satınca satın almış.
1912’de Charles’ın kızı Violet kasabaya dönmüş. Birkaç yıl evli kaldığı kocasından boşanmış. Kocası içkici, kumarbaz, sorumsuz serserinin tekiymiş. Violet genç kızlığından beri hem hayranlık hem sevgi beslediği rahibin yanına giderek artık iyi bir Hristiyan nasıl olması gerekiyorsa öyle olacağını, ona tertemiz bir sevgi beslediğini çok iyi bir rahip eşi olacağına tüm kalbiyle inandığını söylemiş. Rahip Basil Guy Way şiddetle karşı çıkmış. Onun Tanrının buyruklarına göre yaşayacak olmasının içini kıvançla doldurduğunu, bir rahip olarak evlenmesinin mümkün olamayacağını sadece Tanrısına imanla bağlı olduğunu söyleyerek kızı reddetmiş.
O sırada su depolama barajı yapılıyormuş. Kasaba kısmen sular altında kalacağından evlerin çoğu göl doldurulmadan yüksek bir yere taşınmış. Ancak otelin taşınması çok zormuş. Rahip yakılmasını önermiş. Çünkü için için kasabanın pür-ü ak olmasının otelin ortadan kalkmasıyla mümkün olacağına inanıyormuş. Düşünüp taşınmışlar. Kabul etmişler. Violet çocukluğunun gençliğinin geçtiği otelin yakılacağını öğrenince çılgına dönmüş. Kimseye söylemeden ve kendini göstermeden otelin üst katına çıkmış. Ancak alevler oteli tamamen kapladığında onu görebilmişler. Artık çok geçmiş. 1941’de baraj tamamlanınca iskele soğuk dağ sularıyla tamamen kaplanmış.
Minnewanka Landing’in sakinleri alabalıklar ve her yıl yaklaşık sayısı sekiz bini bulan tüplü dalgıç yazıyormuş turizm dergilerinde. Ancak aşağıda genç bir kadın gördüklerini söyleyen ziyaretçiler de yabana atılmayacak kadar çokmuş. Onu gördüklerinde Beethoven’in “Ayışığı Sonat”ını da duyuyorlarmış. Genç kadın korkutmuyormuş onları, hüzünlendiriyormuş. Sonat devam ettikçe ağlama istekleri de büyüyor kocaman oluyormuş.
Evet şimdi uyku zamanı. Hadi ama bu sadece bir masal. Bak sana söz verdiğim gibi uyuyana kadar yanından hiç ayrılmıycam. Uyanana kadar mı demiştim? Peki peki öyle olsun. Uyanana kadar yanındayım şekerim.
DEVLET KUŞUNUN ELMASI
Bugün sana dünyanın bir ucundaki bir yeri anlatmıycam sevgili bilgisayarım. Dünyanın bir ucundaki bir ağacın masalını anlatıcam. Kuzey Amerika’nın Illinois eyaletindeki bir restoranın dış alanında yaşayan on iki metre uzunluğundaki yetmiş yaşında bir elma ağacının masalını.
Yengeç elması ağacı ilkbahar mevsiminin başında Edward Grieg’in “Morning Mood” eserinin ezgisi yükselip kocaman olup tamamen kendini içine aldığında pembe beyaz çiçekler açar; sonbaharda içinde önce Boccherininin “String Quintet”i usul usul tırmanırmış sonra bir ara dikkati dağılır, notalar arasında kaybolurmuş ağaç, kısa sürer bu arayış toparlanır başa dönermiş. İşte bu arayış döneminin etkisiyle verdiği küçük oval meyvelerin tadı tatlı ve ekşi arası değişirmiş. Hem çiçeklendiği dönemde hem de meyve verdiğinde görenler gözlerini alamazmış ondan. Meyveleri çiğ olarak yenebildiği gibi ondan birbirinden lezzetli türlü türlü yemek de pişirilebilirmiş: Reçel, jöle, yengeç elması salatası, çorbası, turşusu yapılırmış. Arıları kendisine çekip tozlaşma olmasını sağlayarak biyolojik çeşitliliğe katkıda bulunurmuş.
Çok uzun yıllardır kuzey kardinal kuşu ailesinin ev sahibiymiş. Nesillerdir o aile dallarında yuva yaparmış. Sonra restoranın araba park yerini genişletmek için ağacı kesmeye karar vermiş insanlar. Ne ilkbahardaki o güzelim çiçekleri ne sonbaharda vereceği o narin meyveleri gözleri görüyormuş. “ Aman zaten meyveleri de bir şeye benzemiyordu. Mayhoş küçücük küçücük şeylerdi. Elma dediğin sulu, tatlı, büyük olur. Nerede golden elma nerede bu? Yemekleriyle de uğraşmaya değmez. Öyle ahım şahım bir getirisi de yok ki. Menüde boşu boşuna yer işgal ediyor. Çikolatalı tatlılar, cheese kekler daha çok gidiyor. Ayrıca çorbasının, jölesinin, reçelinin yapımları da çok zahmetli” demişler.
Kuzey Kardinal Kuşu: ( Handel’in Messiahsı içinde karşıdan uçar gelir, ağaca konar baştan ayağa Messiah olarak yürür)
“Önümüz kış. Göç etmek adetim değildir. Yapraklı ağaçlardan birine yuva
yapıcam. Ama ya ilkbaharda? Hep senin dallarına yaptığım yuvaya
yumurtladım. Annem, annemin annesi, annemin annesinin annesi,
büyük büyük ninem hep senin dallarının arasına yuva yaparmış senin
meyvelerinle beslenirmiş” demiş.
Yengeç Elması Ağacı: “Ben asıl insanoğlu meyvelerimin arıların sağlığına yararlarını nasıl unuttu
ona şaşıyorum. Az buz bir şey değil ki. C vitamini, yüksek miktarda lif,
potasyum, magnezyum ve fosfat içerir meyvelerim. İnsanoğlunun
bağışıklığını güçlendirir, kalp sağlığını korur. Saçları incelmiş güçsüzleşmiş
hanımların saçlarını kuvvetlendirir. Kan şekeri düştüğünde düzenlemekte
birebirdir. Hangi birini söyleyeyim o kadar çok ki faydalarım. Ah az kalsın
unutuyordum. Çağımızın hastalığı kanser riskini azaltan önemli bir
faktördür” demiş.
Kuzey Kardinal Kuşu: “Ya benim gibi kıymetli bir kuş nerede konaklama yapacak? Hem de ne
Kıymetli, Devlet Kuşu” demiş. “Kelimenin tam anlamıyla ilk eyalet kuşu
benim. 1926’da Kentucky’de eyalet kuşu olarak tanındım. Mecazi anlamda da
hani o başa konan devlet kuşu var ya işte o da benim. Amerikan yerlilerinin
inancına göre şansı sembolize ederim. Şimdi altı eyaletin daha devlet
kuşuyum. Ayrıca spor takımlarının bazılarına adımı verdim, bazılarının da
maskotuyum. Maskotluğuma lafım yok. Ama bazı spor takımları adımı
kullanıyor benden izin almadan. Telif ödemeleri lazım. Haksız kazanç elde
ediyorlar” demiş.
Yengeç Elması Ağacı: “Ah keşke Newton, ata ağacımın altında otururken meyvesi başına düşseydi
de ben yerçekimi ağacının torunu olarak dünyanın her yerindeki üniversiteler
de, botanik bahçelerinde itibar görseydim. Öyle böyle değil Elli Büyük İngiliz
Ağacından biri seçilmiş. Hatta tohumları uzaya bile götürülmüş” demiş.
Kuzey Kardinal Kuşu: “Ama saygıdeğer ağaç, sizin atanızın meyvesi Newton’un başına düşse o yer
çekimini bulamazdı ki. Sizin elmalarınız onun elmalarından çok daha hafif,
hissetmezdi” demiş.
Yengeç Elması Ağacı: “Kuş aklı dersin bir de. Ben bunu hiç düşünmemiştim yahu” diyerek kendi
kendine konuşmuş. Sonra da “Ama tabii kimin meyvelerini yiyor da böyle zeki”
diyerek kendine paye çıkarmış.
Masalımız burada bitiyor. Ama senin daha uyumaya niyetin yok gibi. Biraz da Newton’un ağacından bahsedeyim sana o zaman. Sonrası renkli rüyalar. Newton’un elma ağacı tahmini 1650 yılında dikilmiş. Kent Çiçeği olarak bilinen ağaç türünün son örneklerinden. Newton İngiltere’nin orta kısmında küçük bir kasaba olan Grantam’a on bir kilometre uzaklıktaki bir çiftlikte yaşıyor. Meyveleri yumuşak çok ekşi hafif asitli kaba dokulu bir tada sahip. Genellikle pişirilerek yeniliyor. Elmanın Newton’un başına düşmesi 1680’ler civarında gerçekleşiyor. 1820 yılında ağaç bir fırtınada havaya uçuyor. Tahtaları biblolara, enfiye kutularına ve bir sandalyeye dönüştürülüyor. Sonra yeniden köklendiriliyor. Evet sana anlatabileceklerim bu kadar. Uyumuşsun bile. Peki renkli rüyalar!…
ŞEYTANIN MİSKETLERİ
Sevgili bilgisayarım bugün sana anlatıcam masalımdaki yer şimdiye kadar anlattıklarım arasında en eskisi. Avustralya’nın kuzey bölgesinde milyonlarca yıl önce oluşmuş elli santimetreden altı metreye kadar değişen büyüklükte granit kayalar varmış: Devil’s Marbles namı diğer Karlu Karlu. Tennant Deresinin yaklaşık yüz beş kilometre güneyinde, Alice Spring’in üç yüz doksan üç kilometre kuzeyinde Warung mevkiinde güneydeki Wouchope kasabasına dokuz kilometre uzaklıkta korunan bir alanmış. Karlu Karlu hem kaya özellikleri hem çevredeki bölge için kullanılan aborjinlerin yerel dilinde yuvarlak kayalar anlamına gelirmiş. Onlar için en eski din alanlarıymış, onlar için büyük manevi ve kültürel değeri varmış.
Devil’s Marblesin isim babası John Ross adlı İskoç bir denizci ve kaşifmiş. 1870’de Avustralya’da telgraf hattı kurmak için görevlendirilen bir ekibin başında buraya gelmiş. Kayaları şeytanın misketlerine benzetmiş şöyle deyivermiş: “Burası Şeytanın Ülkesi. Hatta misket çantasını bile etrafa boşaltmış” Devil’s Marbles adı öyle kalmıştır.
O yıllardan bu yıllara dünyanın bir ucundaki bu yere dünyanın farklı ülkelerinden on binlerce insan gelir olmuş. Güneş doğarken ve batarken koyu kırmızı renkler ön plana çıktığından kayalar muhteşem görünürmüş.
Bu masal diğerlerinden daha kısa oldu. Ama sen uykuya geçmişsin bile. Tatlı rüyalar canım bilgisayarım.
.