Mahalleye eski bir profesör taşınmıştı. Kendi halinde bir mahalleydi bu. Dünyanın bütün gümbürtüsünden uzak, içedönük bir yerleşim yeri. Bir zamanlar profesör olan, fakat şimdilerde bu biyografisinden utanmakta olan Necip Parlak bu yeni yaşantıyı bir kaçış olarak görmekteydi. İçindeki bu sıkıntılı umudu ne kadar adlandıracak kuvvete sahip değilse de modern dünyanın içinde birçok kez duymuş olduğu ‘Yeni başlangıçlar, yeni hayatlar’ kelimelerini sarf edebiliyordu az çok. Bu sakin insanların arasında, dünyanın depdebesinden kurtulmak ve dingin bir sakinlik içerisinde gözlerini kendi iç dünyasına çevirmek niyetindeydi esasen.
Küçük bir mahalleydi, o yüzden herkes bu yeni Misafiri konuşur olmuştu. Mahallenin genç kadınları birbirlerine yaptıkları ev ziyaretlerinde, erkekleri ise kıraathanede pişti oynarken gıybet düşkünlüğü yaptıkları zamanlarda sık sık dillendirirdi Necip’i. Çocukların durumu bambaşkaydı. Onlar birbirlerinin gözlerini şaşkınlıkla büyütebilmek adına girdikleri “Biliyor musun, bu adam laboratuvarlarda deneyler yapıyormuş” gibisinden cümleleri sık sık abartının ötesine geçirmekle görevliydi. Bu da ister istemez adam hakkında olur olmadık iddialarla son buluyordu. Necip de yavaş yavaş insan içine karışmaya başlamıştı artık. Yüksek eğitimi, insanlara kendini sevdirmek noktasında büyük bir ayrıcalık sağlıyordu ona. Karşısındaki herkesi kolayca analiz edebiliyor ve şerbet daima nabzın ölçüsüne uygun düşüyordu. Sevecen bir adamdı, yediden yetmişe herkesle kaynaşmıştı. Yumuşak bir tonla konuşuyor, okşayan bakışlarla dinliyordu. Ve kendisini sevdiren en önemli özellik ise onun da herkesi çok seviyormuş gibi davranması idi. Sürü psikolojisi, içlerindeki en hakiki koyunu çoban kılmıştı kendine. Necip bir adamı beğenmese bile, sırf kötü konuşmuş olmamak için, arkasından konuştuğu sıralarda başka iyi huylarından bahsederek geçiştirirdi konuşmayı. Hem Necip’in hem de mahallelinin farkında olmadan ördüğü büyük bir manipülasyon yumağıydı bu. Ayna, yansıma ölçüsünde sevdiriyordu kendini – özneye.
Zamanla bu misafirlik duygusu kalktı ortadan. Necip bütünüyle ‘mahalle sakini’ olmuştu artık. Sık sık sohbet ediyorlar, ev ziyaretlerinde türlü hikayelerle bu dostluğu pekiştiriyorlardı. Kim bu adamın yanından ayrılsa adam hakkında iyi konuşuyordu, çünkü herkes biliyordu onun da kendi arkasından iyi konuşacağını. Fakat yalnızca bir kişi sevememişti onu. Geldiği günden beri arkasından neredeyse tiksinir gibi konuşan yaşlı, huysuz bir ayyaş vardı mahallede. Necip ne kadar denediyse de bir türlü sevdirememişti kendini ona. Sonunda, bu ayyaşın mahalleli tarafından pek de ciddiye alınmadığını fark edince bu çabasından vazgeçmiş ve mahallelinin yoluna başvurmuştu: ciddiye almamak.
Necip, mahalleye ilk geldiğinde uhrevi bir varlık gibiydi; fakat aylar geçtikçe bir insan formuna girebilmişti sonunda. Yine de insanların hayranlığı ve sevgisi devam ediyordu. Bu adamdan hem hayatları boyunca duymadıkları bilgiler öğreniyorlar hem de bu adamın tavırlarında hiçbir şekilde bir öğretici kibri hissetmiyorlardı. Bu kadar yüksek bir adamın bu kadar sahici bir tevazu göstermesi mümkün müydü? Herkes bu tevazuya hayrandı. Ve gerçekten de sahici bir tevazuydu bu. Fakat zamanla bir kalıp haline geldi. Mahallelinin dilinden düşürmediği bu sıfat, Necip’in boynundan çıkaramadığı bir tasmaya dönüştü. Ve karşılıklı bir benlik işgaline yol açtı. Hakkının yendiği, sınırlarının ihlal edildiği anlarda bile bir tepki gösteremez olmuştu artık. Tam tepki göstereceği yerde mahallelinin dilindeki sıfatı kulaklarında duyuyordu. Ve bu büyüyü bozmak istemiyordu ruhu.
Fakat o, en başından beri kendisini bir türlü sevemeyen yaşı geçkin ayyaş, gördüğü her yerde Necip’in suratına tükürmek ister gibi bakıyordu. Necip bıkmıştı bu durumdan, bir gün kıraathanede otururken birkaç dosta bu konuyu açtı. “Delinin teki, boş ver” dedi bir tanesi. Öbürü de “Tabii öyle, adamın kendine saygısı yok, sana mı duyacak?” Haklılardı. Necip de daha fazla deşmedi bu konuyu. Ertesi akşam Necip’in konuştuğu adamlar bu ayyaşı gördüler sokakta. Çevirip yanlarına getirdiler. “Sen bu adamı neden sevmiyorsun ha? Ne zararı var sana?” Adam güldü, nefesine ekşimsi bir alkol kokusu sinmişti. “Bana değil, size zararı var.” dedi. Adamlar da güldüler. Bu sarhoşun söylediğini tiye aldılar bakışlarıyla. Yaşlı adam sinirlendi. “Sahtekârın biri o. Geldiğinden beri hepinizi parmağında oynatıyor! O kadar sahtekâr ki kendisi bile inanmış yalanına.” Kelimeleri yutuyordu. Alkol, sözcükleri bulmayı zorlaştıran bir rehavete sürüklemişti beynini. Yine de çabayla devam etti. “Mütevazıymış! Adamın gururunu pışpışlıyorsunuz sevginizle. Bakalım bu sevginin sebebi, nefretin sebebine dönüştüğünde ne yapacaksınız!” Sinirli adımlarla dönüp yürüdü. Nefret de nereden çıkmıştı, adamlar delinin arkasından baktılar sadece. Sonra da her akşamki gibi pişti çevirdiler. Kartlar ve dedikodu dönüyordu masada. Sarhoş çıldırmış olmalıydı, bu adamı bir an önce belediye alıp götürmeliydi buradan, bu yakında bize de saldırmaya başlar… Ayyaş ise yanlarından ayrıldıktan sonra evine gidip içmeye devam etmişti. Gergindi. Sanki bilmiyoruz, diyordu, insanların en sevdiği huylar zamanla onların en nefret ettiklerine dönüşür. Çünkü bu yaşlı adam biliyordu, Öteki’nin Kendi’mizden ibaret bir yansıma olduğunu anlayacak kadar okumuştu zamanında. Başta severken insanlara hayranızdır, zamanla bu hayranlık silinir, alışırız ona. Ve nefret hüküm sürmeye başlar. İçimizdeki kibir dolu bir huysuz ele geçirir duyguları: Ne kadar sevsem de bu adam bir hayranlığı hak etmiyormuş, der. Kendisine karşı duyduğu bu kızgınlık, o adama hayran olduğu sebebi bir nefret aracı olarak görmek noktasına gelir. Yaşlı adam, bunu bildiğinden, sadece beklemekteydi artık.
Sarhoşun söyledikleri insanların zihninde ne kadar tesirsiz kalmış bulunsa da bilinçaltlarındaki suyu bulandırmıştı. O düşsel perde yırtılmıştı günden güne. Necip günden güne insanlar tarafından sevilmemeye başladığını fark ediyordu. İnsanlar sevdikleri huyuna, tevazuusuna sinir beslemeye başlarken Necip de o kaçınılmaz hatayı yaptı: Kendisini başta nasıl sevdirdiyse onu daha fazla yaparak. İnsanlar sinir oldukça o tevazu gösterdi, o tevazu gösterdikçe insanlar nefret etti. Artık kimse onunla bir sohbet etmek istemiyordu, çünkü edemiyordu da zaten. Her sohbet girişimini tevazunun can sıkıcı göğsünde yumuşatıyordu Necip. Birileri bir şaka yapıyor, gülmek istiyor; Necip ise bu güldürüyü tevazuyla öldürüyordu. Birileri bir tartışma yaratmak, can sıkıcı durgunluğu kısa süreli bir ateşe dönüştürmek istiyor; Necip bu ateşi tevazuyla söndürüyordu. Sonunda insanlar kaçar oldu ondan. O ise daha çok sokuldu insanlara. Artık bir yılışıktı insanlar için. Sürü, kendi elleriyle seçtiği çobanı kurban etmişti şimdi. Çarmıha germişti, ve kötüsü, bu çarmıhın ateşini Necip kendi elleriyle taşıyordu. Kendi çarmıhının oduncusu…
Artık dayanılmaz hale gelmişti bu nefret. Mahalleden taşınmayı bile düşünüyordu. Hatta bir keresinde biri saldırmıştı Necip’e. Mahalleli kavgayı ayırana kadar yediği yumruklarla kaşı gözü dağılmıştı. Artık insan içine çıkmıyordu. Evine kapanmıştı. Günden güne hafızalardan siliniyordu. İçindeki hırsı hala taşıyan ayyaş bir gün çıkıp Necip’in kapısını çaldı. Necip önce korksa da açtı kapıyı. Balkona geçtiler. Çay vermek istedi, ayyaş istemedi. Bir süre sessiz kaldılar. Necip, başta hor gördüğü bu adama karşı bile bir mahcupluk hissediyordu. Karşısında eğilip bükülüyor, sessizliğin boğucu etkisini çaresiz, küçük düşürücü gülümsemelerle dağıtmaya çalışıyordu. Ayyaş ise oturduğu sandalyede gayet rahattı. Bakışlarını çoğunlukla dışarıda gezdiriyor, arada bir Necip’i ezmek için ona döndürüyordu. Bu sessizliğe dayanamadı Necip. “Neden sevmiyorlar beni?” diye sordu. Ayyaş gülümsedi. “Çünkü seni fazla kibirli buluyorlar.” Necip şaşkınlıkla durdu. Kocaman açtığı gözlerini birkaç kere kırpıştırdırdı. “Ama nasıl olur? Bu mahallenin en mütevazı insanı ben değil miyim?”