O mahmur gözleriyle bir sabahım daha yeni yeni uyanırken güne, ben de kaptığım gibi kendimi alelacele giyinir, cadde başında bulunan simit fırınına gider, bir güzel de doldurur tepsimi silme simitle ve cebimde atan sıcacık bir yürek, koyulurdum yoluma. Etrafta türlü insan manzaraları, kayış suratlı keyifsiz kimi, kiminin boynunda nedensiz bir mahcubiyet asılı, sabah ıçtimasına yetişmeye çalışan acemi askerler gibi tuhaf bir telaşın etkisinde yürürlerdi benimle, düz bir hat üzerinde yol boyu.
Temmuz sonuydu, haliyle pek bir zaman kalmamıştı okulların açılmasına. Dört kardeşim vardı ve dördümüzde okuyorduk. Garip babam hangi birimize yetsin? Hiç olmazsa yazın çalışıp para kazanıyor, daha sonra da çocuklarının en büyüğü olaraktan okul masrafılarnda destek oluyordum adamcağıza. Malum hayat şartları..
Her sabah tepsimde nereden baksanız iki yüz adet gevrek simit, kah başımın üzerinde, kah kollarımın arasında…
Ne kadar zorlansamda mecburdum bu zorluğa. Ama Kınalı’dan Yeni Hal’e kadar ben misal yollara serilmiş onlarcası ki çoğuda işçiydi, birden hücum edip simit tepsime, ikişer üçer kapıp simitlerimden, eksik olmasınlar yükümüde epey bir hafifletirlerdi. Yüküm hafifleyince kırardım dümeni Eski Sanayi tarafına dogru, sağlı sollu dükkanların arasından geçer, büyük bir kısmını satmış olmanın rahatlığıyla simitlerimin, müşteri beklerdim kalanlarıda satmak iadına, bir ağaç bulup gölgesinde otururken.
Çocukluk işte, pek müşteri bulamszsam eğer, mayışırdım oturduğum yere ve dalar giderdim hayallerden hayallere. Bazen öyle bir dalardım ki resmen kopardım hayattan.Alsalar, gitseler tepsimi, ruhum bile duymayacak biçimde.
Ama o gün hava biraz basık ve gökyüzü yer yer bulutluydu. Durup dururken öyle öfkeli bir ses çınladı ki kulaklarımda, bana söylenmişçesine irkildim olduğum yerde. Gök gürlemişti sanki. Hızla dört yanıma dönüp sesin kaynağını aradım bir müddet. Ancak ikinci dalgada odaklanabildim bir noktaya. Ses az ilerideki kaportacı dükkanından geliyordu. Dükkanın etrafına bu öfkenin nedenini merak eden üç beş kişi toplanmış, başlarını kapıdan içeriye doğru uzatmış, içerideki manzaraya dikkat kesiliyorlardı. Arada bir doğrulup birbirleriyle bir şeyler fısıldaşıyorlar sonra yine dönüyorlardı olay mahalline. Biraz hayret, biraz da endişe okuyordum yüzlerinde.
Tepsimi aldım, başımın üzerine yerleştitip dengemi ayarladım ve ağır adımlarla olay yerine doğru ilerledim. Diğer sanayii insanları işlerinin yoğunluğundan olsa gerek bir bir ayrılıyorlardı o meraklı gruptan. Sadece bir iki kişi kalmıştı, onlar da bir müddet daha beklediler sonra sözümona sinema salonundan çıkan keyifsiz müşteriler gibi filmin istedikleri şekildei bitmeyeceğini kanaat getirmişçesine söylene söylene, hızla yürüyüp gittiler. Dükkanın kapısına doğru yaklaşmıştım ki meraklı bir kaç kişi daha gelip yeni izleyiciler olarak yerlerini aldılar. İçeride göbekli, esmer, tıknaz adamın biri iki küçük çocuğu azarlıyordu durmadan. Çocuklardan biri esmer, cılız, çelimsiz diğeride beyaz tenli ve cılız çocuğa göre biraz daha topluca ama hemen hemen aynı yaşlarda iki çocuktu. Bir tezgahın önündeydiler. Yüzleri tıknaz adama dönük bir şekilde, küçük biblo heykeller misali dikilmiş yan yana, sorguya çekilr bir halde duruyorlardı. Tıknaz adam uzun zaman giyilmekten paçaları epeyce kısalmış ve daha önce ne renk olduğu belli olmayan, kirden, pastan rengi kahverengiye dönmüş bir pantolon ile yine oldukça yıpranmış geniş yakalı, uzun kollu, siyah bir gömlek giyiyordu.
O her konuşmaya başladığında terli esmer alnındaki kırışıklıklar.kayboluyor, konuşmayı bitirdiğinde ise tekrar geri geliyordu. Esmer çocuğun ince kolları ve küçük kafası tıknaz adamın ses tonundaki artışa bağlı olarak yukarı aşağı ya da sağa sola doğru istemsizce hareket ediyor bu hareketler ile uzuvları adeta eğreti çıkıntılar oluşturuyordu. Tellere takılmış bir uçurtma benzeyen çocuk, yere bükülen boynunu arada bir kaldırıp dehşete kapılmış gözlerle bakıyordu çevresine, bir yardım beklercesine. Bu irade dışı hareketler ister istemez dikkatleri esmer çocuğun üzerine çekiyordu.
“Musa anahtarlar nerede, bu arabanın anahtarlığı nerede? Hanginiz aldıysa söyleyin çabuk, yarın teslim almaya gelecek sahibi, ben ne söyleyeceğim adama?”
Bir an içimden gideyim, suçu üzerime alayım, cebimde de ne kadar para varsa verip kurtarayım onu demedim değil. Ama ya babamın haberi olursa bundan, sonra al başına belayı demeye kalmadan koşar adım gelen zayıf, kemikli, esmer, tekinsiz görünüşlü bir adam hızla içeri girdi. Tıknaz adamla bir müddet hararetli bir konuşmadan sonra Musa’ya yöneldi ince esmer adam. O an anlamıştım Musa’nın babası olduğunu. Bir yandan kolunu silkelerken çocukcağızın, bir yandan da bağırıp çağırıyordu sanki akranıymışçasına.
“Nerede anahtarlık sen mi aldın lan?” Söyle çabuk bak işim gücüm var benim.”
Arada bir daha yumuşak bir tonda ama anlamını bilmediğim bazı sözcükler de dökülüyordu adamın ağzından.
Bir mahcubiyet hissi kapladı içimi, sanki anahtarlığın hırsızı benmişim gibi. Suç dediğimiz şey sadece yapmamamız gereken bir şeyi yapmakla alakalı değildi sanırım. Yapmamız gereken bir şeyi yapmamakta suçtu.
Hem bir çocuk ne yapsın ki araba anahtarlarını? Anahtarlık dedikleride şu düğmeli, ışıklı olanlardan olmalıydı ki oyuncak niyetine oynasın. Evet öyle olmalıydı. Peki ama kim ne hakla suçlayabilirdi o yaştaki bir çocuğu bu nedenden ötürü?
Derken kalınca bir ses duyuldu kapıda;
“Günaydın.”
Etine dolgun, tombalak bir delikanlı girdi dükkana.
Ustanın “neredesin oğlum sen” demesine göre gelen delikanlı yabancı biri değildi sanırım. Muhtemelen kalfa falan olmalıydı.
Ellerini önünde birleştirip, kafasını hafifçe eğerek;
“Usta kusura bakma uyuya kalmışım.” dedi.
Odadakileri bir süre süzdükten sonra,
“Hayırdır, bir şey mi oldu?”
“Dün hallettiğimiz arabanın anahtarları kayıp. Onu arıyoruz bir saattir.” deyince ustası, aniden elini cebine atıp, cebinden üzerinde üç beş anahtar takılı olan siyah, düğmeli, ışıklı bir anahtarlık çıkartıp ustasına uzatırken,
“Usta bu bendeydi. Akşam arabayı garaja çektim de, cebimde kalmış . Tulumumuda yıkatmaya götürünce…”
Bir an zaman durdu sanki. Odada çıt!! ses çıkmıyordu, Musa’nın iç çekişleri vardı yalnızca. Dayanılır gibi değildi.
Bir iki dakika sürdü bu sessizlik ve sonra bir takım öksürüp tıksırmalar ile birlikte çekiç çınlamarı, egzoz homurtuları, gıcırtılar, bağırış-çığırışlar vs. aldı sessizliğin yerini.
Tepsimde üç simit kalmıştı, saat sabahın onuydu. Henüz kahvaltı yapmamışlardır muhtemelen diye düşünerek simitlerimden birini Musa”ya, diğerinide öteki çırağa ikram etim, son simiti ise kendime ayırdım. Hiç konuşmadan, birer çocukluk hayaliyle birlikte sessiz sedasız yedik simitlerimizi.