Sevgili bilgisayarım, sana bugün anlatacağım masalımın kahramanı dünyanın bir ucunda çok
eski çağlardan bu yana kutlanan bir festivaldeki kâğıt fener… Günümüzden çok da eski olmayan bir
zamanda ‘Gülümsemeler Ülkesi’ denilen bir ülkede tarihi Lanna Ay takviminde ikinci ayın dolunayıyla
çakışan, Gregoryen takviminde de genellikle kasım ayına denk gelen zamanda festival yapılırmış. Pirinç
kâğıdından yapılmış içinde mum yanan silindir şeklinde fenerlerin üzerine iyi dilekler yazılır,
dolunayda gökyüzüne bırakılırmış. Pirinç kâğıdından yapılma bambu çerçeveli fenerlerin gökyüzüne
serbest bırakılması bir önceki yıldan kalan kötülük ve şanssızlıkların da salıverilmesini sembolize
edermiş.
Gülümsemeler ülkesine geçmiş ilkbaharda çok uzaklardan bir kadın gelmiş. Sert mizaçlı, katı
kalpli, merhamet duygularından yoksun biriymiş. Bahçesine gelen hayvanları beslemez kovarmış, hele
bahçesine çocukların topu kaçsın onu parça pençik eder, çocukları yakalarsa da tokadı patlatırmış. Bu
kötü kalpli kadın, sokakta kendisinden yardım isteyen yaşlı düşkün kimseleri de azarlarmış. Yüzünden
düşen bin parça olan kadının kötülük yaparken ise yüzünde güller açarmış. O şeytana taparmış. Bu
yüzden Kâğıt Fener Festivali’nde ters pentagram şeklinde siyah renkli bir fener yapmış. Bu şeytanı
sembolize ediyormuş. Bu korkunç görünüşlü fenerin üzerine sarı fosforlu kalemle dileklerini yazmış.
Dilekleri iyi olmak şöyle dursun tüyler ürperticiymiş.
“Salgın hastalıklar dünyayı sarsın, savaşlar
çoğalsın, insanlar açlıktan kırılsın, can ve mal güvenliği kalmayıp hırsızlar, katiller dört bir yanı
kuşatsın!” Bu kötü kadın kendini çok gözü kara sanmasına rağmen kalabalıkta fenerini gökyüzüne
bırakmaya cesaret edememiş. Kuytu bir yer bulup siyah feneri gökyüzüne orada salıvermiş. Öyle
zevklenmiş, öyle zevklenmiş ki kahkahaları da koyuvermiş.
Siyah fener keder içerisindeymiş. Renginin, şeklinin üzerine yıktığı anlamlardan mutsuzmuş.
Hele yazılanlar onu dehşete düşürmüş. Temiz kalpli bir fenercağızmış. Diğerleri gibi üzerinde iyi
dilekler yazılı beyaz bir kâğıt fener olmayı ne de çok istermiş. Yavaş yavaş o korkunç kadından
uzaklaşıp gökyüzünde yükselmeye başlamış. Bir süre tek başına salınmış, kocaman karanlıkta kendini
minik aydınlık bir nokta gibi hissetmiş. Önce bu içini ürpertmiş sonra alışmaya başlamış, gecenin
kokusunu içine çekerken ateş böcekleri gibi pıtır pıtır khom loiler çıkmış. Onu fark etmişler, fısıltılarını
hafif rüzgâr siyaha taşımış.
“Ne çirkin bir şey, ne kadar korkunç… Üzerinde yazanları gördün mü?
Buda aşkına, bu neme nem bir şey? Olsa olsa bu Mâradır.” Zavallı siyah fener, ne yapacağını
bilememiş.
“Yazılanlar benim iradem dışında… İnanın ben kötü bir fener değilim.” demek istemiş ama
sesi çıkmamış. Kaçıp gitmek istemiş. Çok uzaklara, bulamayacakları bir yere… Hatta görünmez olmak
harikulade olurdu, diye geçirmiş içinden. Çabucak bunları dilemiş Buda’dan. İşte tam o zaman orta
kuvvette bir rüzgâr çıkmış. Işığı kıpır kıpır titremiş ama sönmemiş, onu uzağa atmış. Rahat bir nefes
almış siyah fenercik, Buda’ya teşekkür etmiş.
Kadın, uzun süre havada kalsın diye içine büyük bir mum yerleştirdiğinden siyah fenerin daha
yakıtı varmış. Kimselere görünmek istemeden korka korka da olsa yaşamak güzel şey diye
geçiriyormuş içinden. “Her şeyin, herkesin dünyada bulunmasının nedeni var. Benim de olmalı… Acaba
ne?” demiş kendi kendine. Az sonra kısacık hayatında gördüğü en güzel şeyle karşılaşmış, daha
doğrusu az daha o güzel şeyle çarpışıyorlarmış. Ters bir rüzgâr onu üzerine doğru savurmuş. Üstten
basık, yanlardan geniş, toz pembe kuyrukları sarkan, evlere asılan süs fenerlerinden biriymiş bu güzel.
Ergenliğe henüz geçen bir kız, yedi yaşından beri odasının balkonuna festival zamanı asılan fenerini bu
sene evinin bahçesinden gökyüzüne bırakmış. Çünkü ergen kız bale eğitimi alıyor ama opera sanatçısı
olmak istiyormuş. En büyük düşü Carmen’i oynamakmış. Pembe fenerine bu dileğini yazmış. Ailesinin
karşı çıkmayıp desteklemesini, uzun süredir emlak işleri iyi gitmeyen babasının işlerinin açılmasını da
yazmış fenerin üzerine. Biz yine dönelim tanışma öykülerine. Pembe khom loi, siyah khom loiyi
görünce önce ürkmüş. Siyah konuşamayacağını anlamış artık. Sadece durmuş bakmış ona, Buda’dan
dilek dilemiş sonra. “İçimi görsün.” demiş. Görmüş pembe. Öyle ki içlerinde çalan Gymnopedie No:1
parçasını dinleyerek uyum içinde buzda kayar gibi uçuyorlarmış.
Pembe fenerin kendi gibi içine sığabilsin diye mumu da küçükmüş. Çabucak erimiş, ağacın dallarına takılı kalmış. Ama üzülmemiş, fener olmasaymış uçurtma olmak istermiş eskiden beri.
Ağaca takılı uçurtmaya benzetmiş kendini. Sadece tel çerçevesinin kuşları boğmasından veya
sakatlamasından endişeliymiş. Buda’dan kendisini görüp bir an evvel ağaçtan almalarını dilemiş. Hem
kim bilir yırtığım, eziğim yoksa süs feneri olarak yine evleri süsleyebilirim, diye düşünüyormuş.
Siyah, pembeden ayrılınca hüzünlenmiş. Kendisinin de fazla vaktinin kalmadığının
farkındaymış. O pembeden saatler önce gökyüzüyle buluşmuş. Kalan zamanında yine özgür olmak
istemiş. O pembeyleyken özgürmüş. Bir tek o zaman… Onu hayal etmiş ve Carmen’i mırıldanmış. Derken
kuvvetli bir rüzgâr iflahını kesmiş. Onu sürüklemiş, yere atmış. Yerlerde yuvarlamış, bir evin bahçesine
sokmuş. Fenerin içinde Mussorgsky’ın Night on Bald Mountain’ı çalıyormuş, fener onu dinliyormuş
bangır bangır. Salon penceresinin camına ‘tak’ diye vurup durabilmiş ancak. Evin sahibi genç adam
sesi duyup kapıyı açmış, yerde onu görmüş. Dance of The Swan’ı duymuş içinde. Dinlemiş
büyülenmişçesine. Siyah kuğu, demiş fenere. “Eşsiz bir güzelsin. Koleksiyonumun en kıymetli parçası
olacaksın.” Eğilip almış ve hayran hayran bakmış.
Evet, sevgili bilgisayarım. Elbette masal burada bitmiyor. Masal da zaman gibi durmaz, devam
eder gider. Hayat gibi biçim değiştirir, dönüşüm geçirir ama yok olmaz. Burada kesiyorum. Çünkü söylemek
istediğimi söyledim. Anlatmak istediğimi anlattım. Şimdi uyku zamanı… Mutlu rüyalar
bilgisayarım.