Ulvi Cemal Erkin’in ‘Beş Damlası’ çalınıyordu usul usul piyanoda. Nil yeşili ve beyaz renklerin
kullanıldığı giriş katında, kapıdan girince sol tarafta ileride piyano siyah rengiyle dikkat çekiyordu.
Piyano ve karşısındaki sıra sıra oturma gruplarıyla bu büyük hastanenin giriş katı otel lobisini,
kapıdan girince tam karşıdaki hasta kabul de otel resepsiyonunu çağrıştırmaktaydı. Hasta kabulün
arkasında koltuk ve sehpalar vardı. Tıpkı otel lobisindeki gibi… Saat daha dokuz buçuk, yani doktorlar ilk
hastalarını almış veya alıyor olmalarına rağmen kabulün önü kalabalıktı. Piyanist, Ahmet Adnan
Saygun’un ‘İnci’nin Kitabı’ eserinin bölümlerini çalmaya başlamıştı. Orta kumral saçlarının tepesi iyice
açılmış, sakallarına aklar düşmüştü. Yorgun ve hüzünlü ela gözleri olan şişmanca altmışlarının başlarında bir
adamdı piyanist. Emekli bir banka müdürünün oğlu… Babasının çalıştığı bankanın lokalinde müzik
yapmıştı yıllarca. Hem gitar çalmış hem şarkı söylemişti. Yabancı, yerli, eski, yeni ayrıca istek
şarkılarını da çalmış söylemişti. “Ne çalmak istersin?” diye ona sormuş olsalardı. “Altmışlar, yetmişler,
yabancı rock, pop” derdi. Sonra lokal kapandı. Bankanın merkezinin olduğu yere taşındı. Oranın
orkestrası başkaydı, kadın solisti vardı. Şimdi aynı banka çalışanlarının sağlık sigortalı oldukları bu
hastanede, giriş katı kısmında piyano çalıyordu. (Söz konusu banka; bu hastaneyle anlaşmış, memurlarına
kurumsal sağlık sigortası yaptırmıştı.) Piyanist yıllar içinde kilo almış, saçları dökülmüştü.
Konservatuar, piyano mezunuydu. Nereden nereye…
Genellikle seyirci sıkıntısı çekmezdi. Karşısındaki oturma gruplarının boş kaldığı pek nadir
görülürdü. “Keşke İnci’nin Kitabını öncekilerdeki gibi çocuk izleyicilerime çalsaydım.
Adam öyle sıkıldı ki esnemekten neredeyse ağzı yırtılacak. Koca adamın ninni bölümünden uykusu
gelecek değil ya.” diye düşündü. Bazen izleyicilerine göre seçiverirdi çalacağı eseri. Bir hafta kadar önce sarı saçları
omuzlarında, dört beş yaşlarında pembe yanaklı, pembe elbiseli küçük kızı karşısında görür görmez
Fındıkkıran Balesi’ndeki ‘Şeker Perisini’ çalmaya başlamıştı. Klasik Batı Müziği eserlerinin nasıl asırlar
öncesinde bestelenebildiğine şaşırırdı. Öylesine yeni bestelenmiş güncel gelirlerdi ki kulağa: Özellikle
Tchaikovasky’nin Fındıkkıran Balesi’nden ‘Chinese Dance’ bölümü ve Kuğu Gölü Balesi… “Şu koca
adamı iyi bir silkelemeli… Hasan Ferit Alnar’dan ‘Sarı Zeybek’ şöyle coşkulu bir girizgâhla evvel Allah
dikerim ayağa.” Gülümsedi, birkaç ay önce coşkuyla ayağa fırlayıp kendisini alkışlayan genç adamı
anımsadı. “Tüylerim diken diken oldu. Ne güzel icra ettiniz Sarı Zeybeği, ellerinize sağlık.” demişti. Böyle
olmasa da birkaç alkış almıştı çekingen ve kesik kesik. Grieg’in ‘Morning Mood’unu genç bir kadın
çekingen çekingen, fazla ses yapmadan alkışlamıştı. Bir süre orada oturmuş, bir iki kez göz göze
gelmişlerdi. Sanki bir şey söylemek istiyor da bir türlü söyleyemiyor gibi gelmişti ona. Yerinde öyle
huzursuzca kıpırdanıp durmuştu genç kadın. Sonra o altmışların yabancı slow, pop şarkılarına dalmış,
kadına dikkat etmemişti artık. Geçen hafta Beethoven’in ‘Fur Elise’sini bir kişi alkışlamaya başlamış,
sonra birkaç kişi daha katılmıştı ona. Geçen yaz ‘La Donna E Mobil’e aynı Pavorotti’ye benzeyen bir
adam ayağıyla tempo tutmuştu. Bugün Türk Beşlerinden arka arkaya çalmıştı. Pek öyle yapmazdı
aslında. Ooo… Saat on biri geçiyordu. Klasik Batı Müziği çalacaktı biraz. Önce Pachelbel’den ‘Canon in
D’…
Kapıdan içeri giren esmer delikanlı, elini tuttuğu genç kızla hasta kabul masasına ilerlerken
onlarla gelen kızın annesine koltuklarda beklemesini söyledi. Üzeri tığla örülmüş lila rengi çiçeklerle
süslü el örgüsü uçuk pembe bereli, koyu kahverengi gözlü, ufak tefek yirmi dört, yirmi beş yaş civarında
beti benzi sapsarı, zayıf genç kız lösemiydi. Bu hastanede muayene edilmiş, tahlilleri olmuş, tedavisi
yapılıyordu. Ameliyat olmasına karar verilmişti. Kemik iliği nakli yapılacaktı. Operasyon ertesi sabah
olacaktı. O gün son tetkikler yapılıp yatış işlemleri gerçekleştirilecekti. Az sonra kızın babası, kızın
kendisinden sekiz yaş büyük ablası ve eniştesi arabalarını park edip yanlarına geldi. Kemik iliği vericisi,
ablası olacaktı. Esmer delikanlı, otuzlu yaşların başında genç kızın iki senelik nişanlısıydı. Yaza
evleneceklerdi. Kararsızca bir ileri bir geri gitti delikanlı. Sonra kızın ailesine, “Bize on dakika müsaade
eder misiniz?” dedi. “Kızınız için şarkı isteyeceğim piyanistten.”
Piyanist ‘Stand By Me’ ile altmışlar yabancı pop slow açılışını yapmış, şimdi de ‘Those Were
The Days’i çalıyordu. Esmer delikanlı, pür dikkat şarkıyı dinleyen kendilerinden genç çiftten izin istedi
nişanlısıyla yanlarında oturmak için. Piyanist ‘Stand By Me’ ile bir çifttin dans ettiğini geçiriyordu
aklından. Çok önce, pandemiden önce kırklarında pek de genç denilemeyecek bir çiftti ama aslında bu
şarkı için bebek bile değildiler. Çünkü şarkı çıktığında daha doğmamışlardı bile. ‘Sealed With A Kiss’e
geçecekti ki esmer delikanlı, nişanlısı için bir şarkı istedi ondan. Yarın ameliyat olacaktı.
Fedon’dan Aşığınım’ı söyler miydi? “Ama şarkı söylemiyorum ben, sadece piyanoda
çalıyorum.” dedi piyanist. “Yaa…” dedi genç adam biraz üzgün. Ama hemen topladı kendini. “O zaman piyanoda çalın!”
“Üzgünüm, programımda bu parça yok.” dedi piyanist. Genç adamın yüzündeki hayal kırıklığını
göremedi. Çünkü ‘Sealed With A Kiss’a geçti. Dinlenme arasında, “Pekala söyleyebilirdim.” diye
geçirdi aklından. “Mırıldanmıyor muyum bazen? Hatta buraya alışana kadar bayağı bayağı
söylüyordum. Nişanlısına jest yapmak istedi. Mahcup oldu belki de. Eşeklik ettim.”
Piyanonun biraz gerisinde iki hemşire hararetle konuşuyordu. “Dün sabah ameliyatı iyi
geçmiş. Ancak kalp yetmezliği varmış. Dün akşam doktorlar çok uğraştı, kurtaramadılar. Gencecik kız…”
dedi dün akşamki nöbette çalışan hemşire diğerine. “Annesi, ablası baygınlık geçirdiler. Çok zor, çok
acı… Allah sabır versin.” diye ekledi “Biraz önce de babası ve nişanlısı cenazeyi almaya geldi.” dedi diğeri.
Uzaklaştılar, piyanist piyanonun kapağını kaldırdı. Giriş katı iyice hareketlenmeye başlamıştı.
“Imagine’nin o kısmında hep ıslık mı çalacaksın?” dedi onu dinlemek için cafeden çıkan aşçı.
“Evet. Ne dersin?” diye sordu piyanist. “Süper!” dedi aşçı.
Yarım saat programında çalacağı parçaların sıralaması üzerinde çalışmasını yapıp
tamamlamış, her sabah aynı saatte içmeyi alışkanlık edindiği sert kahvesini de bitirmişti ki sarı futbol
ayakkabılarını gördü önce. Yukarı baktığında başı bereli, koyu renk giysili genç bir adam… “Nişanlım
evvelsi akşam öldü.” dedi. Çok tanıdık geldi bu ses piyaniste. “İstesen, kapris yapmasan şarkıyı
söylerdin.” Acı doluydu ses, hınçla yüklüydü. “Bizim şarkımızdı. Meleğimi o şarkıyla uğurlayacaktım.
Olmadı, olamadı. Senin yüzünden… Bunu sana ödeteceğim!” Piyanistin son duyduğu sözcüklerdi bunlar.
Başı hızla piyano kapağının üzerine çarptı. Dakikalar içinde kendi kanından kan gölcüğü
oluşmuş halde piyanosunun tuşlarının üzerine yan düşmüştü başı, gözleri dehşetle açılmıştı.