Memduh Bey, gözlerini -her zamanki gibi- sokak lambalarının sönmeye yüz tuttuğu vakitlerde açtı. Telaşsız bir aceleyle kalktı; tıraşını olup gardırobun kapısını gıcırdattığında karısının mahmur sesini duydu:
-Hayrola Bey, nereye bu saatte!
Doğru! Emekli edilmişti. Gürültü etmemek için dolabı milim milim kapattı. Odadan tavşan adımlarıyla çıkarken, Saime Hanım uykusuna tekrar sarılmaya çabalıyordu.
Ekmeğini alıp esnafla selamlaşmak için yola koyuldu fakat şafakla bereketin birlikte doğduğuna inanan esnaf kuşağının yerini karanlıkta göz alan ışıklarla yanıp sönen, kayan levhalara düşkün gençler almıştı. Ölü sokakları hayal kırıklığıyla geçti. Selamını umursamadan poşeti elini tutuşturan fırıncıya hayretle bakarken “Kör müsün adam!” azarını yiyip mahzun mahzun döndü.
Sevgiyle hazırlanmış kahvaltının, eşiyle içtiği kallavi kahvenin keyfi; telve kurumadan sıkıntıya döndü. Buyur edilen komşular kadar Saime Hanım da şaşırdı salondaki varlığına. Çekingen “Merhaba”lı kadınlar, koltuklara yutulmaktan korkuyormuşçasına iğreti oturdular. “Eee, nasılsınız?”lar “Çok şükür”ler sıkıntı içinde erirken Saime Hanım’ın kaş göz hareketleri kendine getirdi Memduh Bey’i; “İzninizle…” deyip kalktı. “Hele şükür!” havası taşıyan “hoşça kal”ların arasında kendisini yolculayan hanımına sordu:
-Ben ne yapacağım Hanım?
-Kahveye falan gitsen?
Arkadaşlarının davetine yıllar sonra icabet edebilecek olmanın neşesi, kıraathanenin kapısında taş sesi, sigara dumanı ve yakası açılmadık küfürlere çarptı. Kahveci “Buyur Beybaba?” diye sorarken sersem haldeydi. Mırıldanarak geri dönmek üzereyken biri koluna girip “Vaaay Müdürüm, hoş geldin!” diyerek; kâğıt oynanan, sigarların filtrelere takıldığı masaya oturttu Memduh Bey’i.
Aşkın heyecanını ve acısını beraber yaşadıkları; hasret, sitem ve rica dolu mektupları birlikte yazdıkları; teravihten sahura şehrin altını üstüne getirdikleri; düğünlerde masa altından içki içtikleri, askere davul zurnayla uğurlandıkları; yuva kurmanın; babalığın ulviliğini birlikte tattığı dostlarını tanıyamıyordu. Birbirlerine kartlar ve sigara dumanları arasından hakaretler savurup gülüşen şu ihtiyarlar, o hisli insanlar mıydı?
Oyun arasından “Hayırlı olsun” diyenleri yarım ağızla cevaplayıp etrafı süzüyordu. En çok mesailerini burada harcayan gençlere şaşırdı. Bağırış çağırış, kaba saba sözler, abuk sabuk el şakaları… Anlayamıyordu…
Biten oyun, yerini sohbete değil; yeni bir partiye bıraktı. Koz hesapları yapılırken müsaade isteyip kalktı. Yarım ağız “Otursaydın…”lara bakmadan attı kendini dışarı.
Nereye gidecekti? Aklına mahallenin parkı düşünce ferahladı. Elinde bir torba gofret, aceleci adımlarla vardığı park terk edilmiş gibiydi. Sessizliği içinde homurtuların yuvalandığı gölgeli köşelere yürüdü. Bulabildiği, bankın tepesine kamburlarını çıkartarak çökmüş akbabalar oldu. Önlerindeki ceset torbasını karıştırıp yakaladıklarını ağızlarına atıyorlardı.
-Hayrola Moruk, kime baktın?
Bu ahlaksız cüret karşısında kekeledi:
-Ço… Çocuk… Çocukları arıyordum da…
Gülüşmelerin arasında biri:
“Çocuk falan hay’rola Dayı! Kulampara mısın?” deyince gülüşmeler yerini çirkin kahkahalara ve küfürlü övgülerle omuz yumruklamaya bıraktı. Öfkeden gözleri dolan Memduh Bey, koşar adım uzaklaştı. Her nasılsa sağlam kalan bir çöp sepetine, erimeye başlayan gofretleri atarken “Aman Ya Rabb’im!” diyordu, “Bu da neydi böyle!”
Ayakta kalabilen son iş hanlarından birinin önünde geldi kendine. Fıskiyeli koca havuzu, şeffaf kubbesi ve türünün ilk örneklerinden yürüyen merdivenleriyle çocukken burayı cennet zannederdi. Eski bir ahbapla karşılaşmış gibi damarlarında sıcaklık, ruhunda tazelik hissetti. Arife çiçeği olduğu yıllarda bayramlıkları buradan alınırdı. Arkadaş buluşmalarının, gönül maceralarının üstüne mutlaka hanın gölgesi düşerdi. Karısına, bu hanın sinemasında seçtiği filmlerle anlatırlardı duygularını.
Attığı adımla kapının değil; hayalin eşiğini aştı. O güzelim, pırıl pırıl cam asansör, toz ve küfe terk edilmişti. Aynı toz ve küfle kaplanan kubbe, içeriyi loş bir mağaraya çevirmişti. Yürüyen merdiven, adım atmayı unutmuştu. Fıskiyeli, heybetli havuz; kuru bir ölüm çukuruydu. Müşteriler terk-i diyar eylemişti, açık kalmayı başaran birkaç dükkânsa kalitesizlik bayrağı taşıyordu.
Sinema ne ölebilmişti ne yaşıyordu. Halıları, perdeleri solmuş; camları çatlamıştı. Kalabalık hatırladığı hollerin ve büfelerin ıssızlığını görmemeye çalıştı. Koltuklara sinen yağ ve sıradanlık kokusunun genzini yakmasına aldırmadı. İnsafsız reklamları meşrubat gürültüleri ile atıştırmalık çıtırtıları takip etti, telefon ışıkları gözlerini aldı. İçinden “La Havle”ler, Ya Sabır”larçekmeye başladığında fısıltılar, kıkırtılar kulaklarını doldurdu. Dayanamadı, gönlü daralarak salonu terk etti.
“Nereye sığınayım ya Rabb’im?” diye sayıklarken ilacı karşısına çıktı. Yüksek tavanın vitraylı camlarından içeri yağan güneşin aydınlattığı kütüphanenin bankosuna ürkek ürkek yanaştı. Galeri duvarlarını çepeçevre gezen, dikine bölen; tıka basa dolu raflara bakmadan duramıyordu. Kitaplara mı hayran olmuştu binaya mı; karar veremiyordu. Ana oğlu andıran görevlilerden genç olanı kısık ama net bir sesle nasıl yardımcı olabileceğini sordu.
-Bir kaç kitap rica etsem zahmet vermiş olur muyum?
İzleyen saniyeler, endişeyle geçti. Oğlanın nazik gülümsemesiyle korkusu uçup gitti:
-Ne zahmeti, görevimiz. Şu formu doldurup bir masaya yerleşin siz.
Formu teslim edip masalara ilerledi. Hafif ayak seslerine dönen bakışlarda, başka dünyaların hoş ışıltıları vardı. Sükûnet saçan sıcak ışıkların içinde bekleyen masalardan birindeki gün ışığı lambayı açtı. Ağırlığı ve sarıp sarmalamasıyla güven veren sandalyeye ceketini asıp oturdu. Sessizliği dinlerken kitapları önüne geldi. Görevliye tebessümle teşekkür edip hayal ülkelerine yelken açtı.
Güvercinleri avlularda uçuran sesle dünyaya döndü. Sırtlarında ağrı, gözlerinde yanma, yüreklerinde huzurla molaya çıkan gençlere uydu. Bütünle birleşip bedenini ve ruhunu arındırdıktan sonra, kütüphane önündeki gençlerin kahve ve sohbetlerine birer “Alaska Frigo”yla ortak olup mutluluğunu çoğaltarak masasına oturdu. Yeni kalemleri ile kâğıtlarını, ilkokul talebelerinin mahcup sevinciyle önüne serdi. Bedenini hamur, mürekkep ve ahşaba bağlayıp ruhunu, evrenin sonsuzluklarında şifa bulmaya yolladı.