ÇÖP/Agit Destan

  • İki yüz kırk lira.

Eczacı kadının tiz sesiyle daldığım hayalden uyanıyorum. Aslında buna hayal demek herhangi gerçek bir hayale haksızlık olur. Benim daldığım şeyin adına zihinsel sis veya bulanıklaşma denebilir. 

  • Bu rapor ile daha kaç kutu ilaç alabiliyorum?
  • Yılsonuna kadar her ay en fazla üç kutu alabilirsiniz.
  • Teşekkür ederim.

Teşekkür ederken yüzümü buladığım silik ve tuhaf gülümsemeyi kafamda canlandırabiliyorum. Çok da iç ferahlatan bir ifade olmasa gerek. Yine de insan bir ‘’Rica ederim.’’ der. Kullanmaya kullanmaya paslanmış yüz kaslarımı büyük bir gayretle şekillendirip ona bir gülümseme sunmaya çalışırken eczacı kadının yüzüme bile bakmadan telefonuna sarılması hoşuma gitmedi. Üzüldüm mü? Hayır, sadece hoşuma gitmedi. 

Hava kapalı, yağmur çiseliyor ve sert bir rüzgâr var. Bir zamanlar rüzgârı yüzümde hissetmeyi, yağmur altında ıslanmayı sevdiğimi anımsıyorum. Bir zamanlar sadece birkaç damla yağmurun mutlu edebildiği bir insandım. Acaba yağmurlar mı eskisi gibi düşmüyor insanın yüzüne yoksa yağmurda mutlu olmanın yalnızca aptallar için geçerli olduğuna mı inanıyorum artık? Değişen ne? Bilmiyorum. 

Mithat Bey’e mama almak için yolumun üstündeki büyük bir markete giriyorum.

Dişlerinin çoğu dökülmüş, tüyleri solmuş ve seyrelmiş yaşlı bir kedi her şeyi yiyemiyor. Besin değerleri Mithat Bey’e uygun olan mamalardan taşıyabileceğim kadar alıyorum çünkü günlerce hatta haftalarca evden çıkmak istemiyorum. Yalnızca ben, yatağım, Mithat Bey ve sonsuz bir sessizlik istiyorum. Gürül gürül akan bu hayat beni boğuyor. Kasiyer, eczacı kadının aksine gülümsüyor. Kahverengi, kocaman gözlerinde ışıl ışıl bir parıltı yanıyor. Dudaklarındaki koyu kırmızı ruj ön dişlerine bulaşmış. Üstündeki oldukça dar market kıyafeti iri göğüslerini sarmış. İncecik, beyaz elleri var. Kırmızı ojeli, bir sürü irili ufaklı yüzüklerle dolu parmakları hızla işliyor. Benden sonraki müşteriye de gülümsüyor. Ve bir sonrakine…

Tıpkı bana gülümsediği gibi her birine gülümsüyor. İçimde anlamsız bir kırgınlık hissediyorum. Ona karşı değil. Sıcak bir gülüşten mahrum kaldığım yılların ağırlığını hissediyorum. Sıcak ve güzel bir yüzde benim için yayılan bir gülüş, benim için… Karnımdan kursağıma doğru bir ağlama isteği yükseliyor. Bir topak köz gibi kursağıma takılıp duruyor. 

Dört gündür dışarıya hiç çıkmadım.  İkinci günden beri doktorların gerilim tipi baş ağrısı dediği hafif bir ağrı başımda bir sinek gibi vızıldıyor. Belki de bu ilaçlardan diye düşünüyorum. Bu ilaçlar zihnimin ürettiği acıları ruhuma giden yolda durduruyor. Bir şey hissetmiyorum ama acımın var olduğunu biliyorum. Bilmekle hissetmek hiç de aynı şeyler değil. İlacı bırakmaya korkuyorum. Ya durdurulan ve durduruldukça büyük bir kalabalığa dönüşen acılar birden ruhuma çullanırsa? 

–     Mithat Bey uyan. Benden beter oldun sen de. Mithat Bey, kulaklarında mı duymaz oldu ihtiyar? Aman neyse uyu. En iyisi uyumak… 

Aklıma Shakespeare’nin Hamlet’indeki  ‘’Ölmek, uyumak yalnızca…’’  sözleri geldi. Elinde kurukafayla seslenen Hamlet… Göz kapaklarım ağırlaşıyor. Alnımı taşımaya çalışıyorlarmış da bu ağırlık altında iki büklüm kalıyorlarmış gibi. Gözlerimin içinde ince bir yanma var. Uyumak istiyorum. Uyku olmak istiyorum. Uyku olmak ve dağılıp yok olmak. 

Uyandım. Saatin kaç olduğunu bilmiyorum, yalnızca ortalık karanlık. Işığı yakmaya gerek duymuyorum. ‘’Bu karanlık iyi böyle…’’ diyordu bir şair. Turgut Uyar olmalı. Evet, Göğe Bakma Durağı’nda… Göğe bakınca içimde sonsuz bir genişleme duyardım. Gökyüzü, dünyayı bir kapalı cezaevi olmaktan kurtarırdı. Kurtarırdı evet ama bir zamanlar… Şimdilerde gökyüzünün benim için sıkıcı bir asma tavana çizilmiş mavi bir resimden farkı yok. 

Başımda yine ‘’sinek vızıltısı’’ ağrısı var. Hafif ama rahatsız edici; gecenin bir yarısı gürültüyle çalışan buzdolabı motoru gibi… Yüzümü yıkıyorum. Keşke yüzümdeki ifade de suyla birlikte lavaboya aksaydı. Telefonum çalıyor. 

Bankaymış. Bilmem kaç liralık kredi ister miymişim? Gerisini dinlemeden kapattım telefonu. Ardından yine aradılar. Yine kapattım. Hayatımda telefonu yüzüne kapattığım halde bir daha arayan kimsem olmadı. Ama ben yüzüme kapanan telefonlara geri döndüm. Ben hep affettim ve affedilmeyi umutsuzca bekledim. Hayır, üzülmüyorum. 

–     Mithat Bey, kedi olmanın faydalarını bilmiyorsun. Sayayım istersen. Bir, sevmediğin kediye tıslayabiliyor, sevdiğin kediye mırlayabiliyorsun. Öyle herkese gülmek zorunda hissetmiyorsun. İki, hesap vereceğin bir patronun, bir baban hatta

bir tanrın yok. Üç, üstüne başına dikkat etmene gerek yok. Kravat takmazsın, tıraş olmazsın, dişlerini fırçalamazsın. Bu ayakkabı bu patime uymuş mu diye düşünmezsin. Diğer kedilerin seni beğenmesi gibi bir derdin yok. Dört ayaküstüne düşme ve dokuz canlı olma konularına girmiyorum. Mithat Bey. Kime diyorum? Bak bu da güzel bir özelliğin. İnsan olsun, hayvan olsun umursadığın tek bir canlı yok. Biz kendi aramızda buna nankörlük diyoruz ama bence nankörlük böyle bir şey değil. Benim senden beni umursaman gibi bir beklentim oluşmadı, sen de böyle bir vaatte bulunmadın. Ama suyunu da çıkarma işin, bir yüzüme bak bari.

Mithat Bey!

II.

            Mithat Bey’i mavi çöp poşetine sardım, bantladım, bir koliye koydum onu da bantladım. Evin salonunda duruyor. Gözlerinde mavi ve donuk bir ifade vardı. Çenesi kenetlenmiş, ölürken acı çekmiş gibiydi.  Onu o halde gördüğümde hiçbir şey hissetmedim. Yalnızca gözlerindeki ifade beni korkuttu. Bana benden nefret eder gibi bakıyordu. Sanki ‘’Ruhum sana musallat olacak!’’ der gibiydi. ‘’Ne yaptım ben sana iyilikten başka nankör kedi?’’ Özür dilerim Mithat Bey, sinirlerim bozuk. Ne hissettiğimi anlamaya çalışıyorum. 

Mithat Bey’i evimin önündeki çöp konteynırına attım. Apar topar eve geri döndüm. Ev bomboş gibi… Koca evin içinden küçücük bir parça eksildi ama evi hiç bu kadar boş ve anlamsız görmemiştim. Kursağımda durmadan kızışan köz alevlendi. Tüm kursağımı sarıyor, şakaklarımdan beynime ulaşıyor. Beynimdeki yangın canımı yakıyor. Tüm ruhum bir alev topuna dönüyor. Salonun ortasında, yere kapaklanıyorum. Nefes almakta zorlanıyorum. Cenin pozisyonundayım ve sanki biri bir bebeği parçalayıp kürtajla alır gibi içimden ruhumu koparıp çekiyor. Doğmak da istemiyorum, ölmek de! Var olmamak istiyorum. Hiç var olmamış olmak. Kalbim göğüs kafesimi kıracak gibi atıyor. Tavan dönüyor ve gözlerim kararıyor. Keşke ağlayabilsem. Mithat Bey, ağlayamıyorum diye beni nankör sanma! Seni çöpe attım diye beni nankör sanma! Mithat Bey, sevmek ağlamak değil, tören değil, mezar başlarına konan çelenkler değil! Sevmek yaş mamadır, anlıyor musun? Ölmeden önce, kaybetmeden önce… Nefes alamıyorum. Kursağımdaki yangını kusacak gibiyim. Kusup her şeyi bir ejderha gibi yakmak istiyorum! 

Her yerim ağrıyor. Bayılmışım. Ruhum, bedenime ağır gelmiş. Şuracıkta ölsem beni bantlayıp çöpe atacak biri bile yok. Hayır, Işıl’ın hakkını yiyemem. O beni en azından çöpe atacak birilerini bulurdu. Mezarlıklar da çöplük değil mi? Kirlenmiş, eskimiş, yıpranmış bedenlerin atıldığı… Üstelik bu çöplerin kokmaması için üzerinin toprak kapaklarla kapatıldığı çöplükler… 

Işıl’ı çıldırasıya sevdiğim zamanlar çok başka biriydim. Hissedebiliyordum, ağlayabiliyor, gülebiliyordum. En çok da Işıl’ın yanındayken gülüyor ve ağlıyordum. Sanki Işıl, tüm gülmelerimi, tüm ağlamalarımı aldı da gitti. Peki şimdi kimim ben? Mithat Bey’e de kendime de çok iyi bakmalıymışım. Giderken bunları söylemişti. Ben çok iyi biriymişim, her şeyi hak ediyormuşum gibi bok püsür bir sürü zırvalık. Ben neyim biliyor musun Işıl? Antidepresan öğütücüyüm.  Yüz miligrama çıkardım günde. Doktorlara kalsa bu bir felaket, bana kalsa felaketi unutmak. Işıl’la ilk tanıştığım zamanlar antidepresan kullanıyordu. Yirmi miligramlık tabletler… Yeşil, sarı küçük haplar… Zamanla bıraktı bu ilaçları. Ben ona yetiyormuşum. Hayatındaki soluk renkleri canlandırmışım. Sonsuza kadar benimle yaşamalıymış. Ben her şeymişim. Fazla renklenince hayatı benimki ona soluk gelmeye başladı sanırım. Renklerimi canlandırmayı düşünmedi. Belki de nankörlük budur Mithat Bey.

III.

            İki haftadır evden hiç çıkmıyorum. Yemek siparişleri dışında telefonuma da hiç bakmadım.  Pijamamın üzerinden aşağıya sarkan göbeğime tiksintiyle bakıyorum. Sakalım da yıpranmış bir süpürgeye benziyor. Ne oldu bana? Başımdaki küçük sinek vızıltısı içi arı dolu bir kovana dönmüş durumda. İyileşemiyorum. Hasta mıyım? İyileşmek nedir? İnsanların içinde var olabilmek daha doğrusu var kalabilmek mi? İnsanlardan uzaklaşalı çok oldu. Duş almakla banyoda kendimi kesmek arasında gidip geliyorum. Bir yaprağa bakar her şey, bir keskin, ince çelik yaprağa… Sonrası uyku… 

            Kapı çalıyor. Evin içinde uzun süredir birikmiş sessizliği korkutup kaçırıyor. Kapıyı açıyorum. Işıl… Onu karşımda ansızın görünce omuzlarıma büyük bir ağırlık çöküyor. Hayal mi görüyorum, emin olamıyorum. 

  • Ya sen aklını mı kaçırdın? Derdin ne senin?
  • Neden geldin Işıl?
  • Kaç gündür ulaşamıyorum sana, endişeden çıldırdım.

Ben endişeden ibaret kaldım Işıl, neden bahsediyorsun sen? 

  • Işıl, neden endişeleniyorsun? Bak evimdeyim. 
  • Evin çöplüğe dönmüş! Sen de öyle.
  • Doğru.
  • Neyse, çok gerildim kusura bakma. Başına bir şey geldi sandım.

Başıma daha kötü ne gelebileceğini düşündün Işıl? Beni çöpe atan sendin. Şimdi gelip neden çöpte olduğumu mu soruyorsun? Ya ne olacaktı Işıl, ne?

  • Sorun değil. İyi olduğumu öğrendin. Gidebilirsin.
  • Aptal! Çekil şuradan!

Işıl beni itip eve giriyor. Etrafa dehşet dolu bakışlarla bakıyor. Onu bir zamanlar dipsiz kuyulardan çiçek bahçelerine uçuran süper kahraman ben miydim, der gibi bana bakıyor. Hızla ortalığı toplamaya başlıyor. Eline aldığı büyük boy çöp poşetine gördüğü hemen her şeyi atıyor. Kumandayı bile attı. 

  • Mithat? Mithat nerede?
  • Öldü.
  • Ne? Ne zaman?
  • Öldü Işıl, Mithat öldü. Oldu birkaç gün.
  • Ne yaptın ona?
  • Beni sorgulamayı kesecek misin?
  • Nasıl öldü ya?
  • Nereye gömdün onu?
  • Buldum bir yerler.

Sen de beni öldürüp Mithat Bey’le aynı yere atmadın mı beni Işıl? Neden bu kadar şaşırıyorsun? Sen beni canlı canlı attın!

Işıl saatlerce etrafı temizlemekle uğraştı. Mutfağa girdiğinde kusacak gibi oldu, böğürdü. Böyle güzel bir kadından bu ses nasıl çıkar? Açık sarı saçları, bir hançer gibi, bir tehdit gibi gözlerinin üstünde duran siyah kaşları, dolgun dudakları, çıkık elmacık kemikleri, küçücük ve yuvarlak yüzüyle bu kadından böyle bir sesin çıkması beni şaşırtıyor. 

  • Evet, evin işi bitti. Şimdi sıra sende… Doğru banyoya!
  • Işıl ne yapmaya çalışıyorsun? Hayatıma müdahale edemezsin!
  • Sen buna hayat mı diyorsun? Şu haline bak, beni korkutuyorsun.
  • Artık evimden çıkmanı istiyorum.

Öfke dolu bir bakışla gözlerimin ta içine, gözlerimin ta arkasına bakıyor. Beni banyoya itiyor. Bana acıyor mu yoksa bir zamanlar onun için yaptıklarımın karşılığını mı ödemek istiyor? 

Beni banyoya itip, kapıyı üzerime kilitleyip çıkıyor. Duş mu almalıyım, bir jilet mi? Duş alıyorum.  Üstümü değiştirip banyodan çıkıyorum. Işıl, koltukta oturmuş ağlıyor. Bu beni hiç etkilemiyor. Aksine iğreniyorum bundan.  Işıl kızarmış gözleriyle bana bakıyor. Bir şey demeden önümden geçip evden çıkıyor. Arkasından kapıyı kapatıp koltuğa geçiyorum. Keşke ağlayabilsem. Kapının önünde kocaman beş torba dolusu çöp duruyor. İki şişe votka sipariş ediyorum. Uyuşmak istiyorum, yalnız beynimle değil bedenimle, tüm benliğimle uyuşmak ve eriyip akmak istiyorum. 

Votkamın birinci şişesi yarıdayken kapı çalınıyor yine. İçerideki sessizlik bu defa o kadar da korkmuyor. Yine Işıl. Dağılmış görünüyor. Gözleri daha da kızarmış, saçları karışmış. Kaşlarındaki tehdit değil, acınası bir ifade duruyor.

  • Sen de mi içiyorsun?
  • Neden yine buradasın? Beni merak etmene hiç gerek yok Işıl!

Bir anda üzerime atlayıp bana sarılıyor. Sarılmasıyla hüngür hüngür ağlaması bir oluyor. Gövdesinde bir şeyler kaynıyor sanki. Sanki çılgınca bir akarsu akıyor. Hiçbir şey demeden ayağıyla kapıyı kapatıyor. Tüm bedenimi sıkıyor. Saçlarından yükselen koku… Beni binlerce anının arasından bir anda gezdirip tekrar şimdiye bırakıyor. Gözlerimin nemlendiğini hissediyorum. Ağlayacak gibiyim. Hayır, şimdi olmaz. Ama Işıl’ın gövdesindeki akarsu benim gözlerimden dökülüyor. Keşke ağlamasam. Ben de ona sarılıyorum. Dudaklarını dudaklarımda hissetmeyeli ne çok olmuş. Çöle dönmüş dudaklarıma yağmur gibi yağıyor dudakları. Bir an durup bir adım geri çekiliyor.

  • Ben bu şehirden gidiyorum. Seni peşimden buraya sürükledim, benim için işini, düzenini bırakıp geldin. Annen baban ile konuşmaz oldu seninle. Biliyorum bu halde olmanın sebebi bir parça da benim.

Bir parça mı? Işıl bir parça mı? Allah kahretsin.

  • Sana veda etmeye geldim.  Bu gece seninle kalmak istiyorum. Lütfen.
  • Buna hakkın yok Işıl. 
  • Biliyorum.

Loading

Yazıyı nasıl buldunuz?

Oy için yıldıza tıkla!

Ortalama Oy / 5. Oy Sayısı

Oyu yok

We are sorry that this post was not useful for you!

Let us improve this post!

Tell us how we can improve this post?

Paylaşarak destek olabilirsiniz!
Kibele Kültür Sanat Site Yönetimi
Yazı oluşturuldu 56

Bir yanıt yazın

Benzer yazılar

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön