“Düşlerine layık olmasını bil…”
Bertolt Brecht’in, “Gerçekten, karanlık günlerde yaşıyorum! Doğru söz delilik,” diye tarif ettiği bir kesitten geçerken; böylesi bir kesitin “Gel seninle bir daha ağlayalım; yaşanmışlara, yaşanmamışlara, bir de hiç yaşanamayacaklara,” diyen Oğuz Atay benzeri bir tutumla aşılamayacağına inananlardanım.
Karanlık günler ağlanarak, hayıflanarak aşılamaz; yaşama mündemiç (devrimci) sanat (ile tiyatro) da böyle yapılmaz…
Çünkü tiyatro, Aristo’ya göre, “Ruhun temizleyicisi”dir; ayrıca, “Tiyatrosu olan bir ülkede kötülükler, çirkinlikler, yanlışlıklar sürüp gitmez,” William Hazlitt’in altını çizdiği üzere…
Bir gökkuşağını andıran sanat ve tiyatro, cüretkâr bir ısrarın bilinçli tutkusuna muhtaçtır; başka türlüsü de mümkün değildir!
Çünkü bireyciliğin sonuna kadar hüküm sürdüğü ve kendi tercihlerimize dayanmayan bir toplumda yaş(atıl)ıyorken; kapitalist “tüketim çağı”, devasa bir yabancılaşma ve insan(lık) kırımında somutlanıyor.
Bu tabloda insan(lık) onu var eden değer(ler)e, örneğin sanat (ile tiyatro) ve hayata yabancılaşıp yok oluyor; “insanlık”tan çıkıp “insanımsılık”a evrilen labirentte kayboluyorlar…
Selçuk Yöntem’in, “Çağımızda duygu açlığı var” saptamasının da ötesindeki bu hâlde; ilk anımsanması gereken: “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!/ Düşüncemizin katlanması mı güzel/ Zalim kaderin yumruklarına, oklarına/ Yoksa diretip bela denizlerine karşı/ Dur, yeter! Demesi mi?” çığlığıyla William Shakespeare’in yaşamımıza düştüğü nottur. Hamlet’in en trajik sahnesinde geçen bu tirad sadece bir tirad değil, bir isyan repliğidir aynı zamanda.
Evet, sanat (ile tiyatro) yeniden hayatın imdadına koşmak için isyan repliklerini çoğaltmalıdır.
Kolay mı? Sanat (ile tiyatro), insana yaşama dair düşler kurdururken, hayatın başka başka yollarına açılan kapılarda “Gözlerini aç” diyen yanıyla iktidar ve muktedirlerin korkulu rüyası da olmuştur.
‘Kadıköy Tiyatroları Platformu’nun ‘Dünya Tiyatro Günü’ için “İnsanlarımız her geçen gün yalnızlaştırılıyor ve iradesizleşiyor,” vurgusuyla eklediği üzere: “Tiyatro, karanlık kuyulara düşen ruhumuzu aydınlığa çıkarır. Aklımız ve duygularımızla kavrayamadığımız hayatın akışına bir mola verip, bizi kendimizle ve çevremizde olup bitenlerle yüzleştirir. Bazen gözümüzün önünde olup da fark edemediğimiz bir olguyu, bazen de en derinlere gizlenmiş, göremediğimiz ve dokunamadığımız sırları gün yüzüne çıkarır. Çünkü tiyatro hayattır…”
Sanat (ile tiyatro)nun hayatın kendisi olduğuna ilişkin kuşku ve tereddüde gerek yok; çünkü William Shakespeare’in, “Dünya, büyük bir tiyatro sahnesi gibidir. Herkes bu sahnede rolünü oynar, rolü bitince de bu sahneyi terk eder”; Victor Hugo’nun, “Yaşam, sadece birkaç uygulamaya geçirilebilir girişi bulunan bir tiyatro salonudur,” uyarılarındaki üzeredir her şey!
SANAT MESELESİ
“Sanat, sırrını bilenler için
bir tutam otun altında saklıdır.
Bu sırrı bilmeyenler onu,
bir dağın altında sanırlar.”
“Sanat” der Daisaku Ikeda, “İçinizdeki insanlığa ait olanın özgürleşmesidir.”
Bu kadar da değil; “Dünya aydınlık olsaydı sanat olmazdı,” diye ekler Albert Camus…
Sonra, “Sanat ve yalnız sanat, gerçeğin elinden ölmemizi önleyecek bir şey varsa o da sanattır,” der Friedrich Nietzsche…
Ve nihayet “Sanat sadece hayatı kopya etmez, onu izah da eder; sanat eserleri çoğu defa ‘hayatın tezahürleri hakkında [verilmiş bir] hüküm’ değeri taşırlar,” saptamasını dillendirir Georgi V. Plehanov…
Tüm bunları (ve daha fazlasını) gözeten bir yerden sanat, insanın el, kulak, konuşma becerisini; aklıyla bütünleştiren yaşama mündemiç ve onu estetize eden var olma hâlidir.
Bu hâlin “ne”liğine gelince…
Federico Fellini’nin, “Sanat otobiyografiktir. İnci, istiridyenin otobiyografisidir”; Oscar Wilde’ın, “Sanat, dünyanın bildiği en yoğun bireysellik şeklidir, ] türünden (abartılı) soyutlamalarını bir kenara bırakırsak; “Sanat dünyayı yansıtan bir ayna değil, dünyanın onunla şekillendirildiği bir çekiçtir,” Bertolt Brecht’in ifadesiyle
“Yapılamayacak olanı yapmanın kıyısına kadar giden” sanat, hem insanın yaratıcı yönünü biçimlendirir, hem de onun toplumsal varlığının bir parçasını oluşturur. Bu nedenle sanatçılar her dönemde toplumda kimsenin söylemeye cesaret edemediklerini söylemiş, kimi zaman kitleleri etkilemiş, kimi zaman da toplumu eğitici rol üstlenmişlerdir.
Bu kapsamda Bertolt Brecht’in, “Sanat görmeyi, algılamayı, kavramayı, düşünmeyi, eleştirmeyi, yorumlamayı, değerlendirmeyi öğretir insana. Bu değerler hiyerarşisi içinde insan yalnız kendi kişiliğini değil, içinde yaşadığı toplumun da düzeyini geliştirirken, bütün bunları bir yaşam biçimine dönüştüreceğini bilir,” notunu düştüğü sanat, insanın doğaya karşı mücadelesinden çıkıp gelişmiş ve şekillenmiştir. Sanat, insanın doğayla mücadelesinin, çalışmanın ürünüdür. Sanat, insanın doğaya karşı mücadelesinin ve toplumsal yürüyüşünün, bu yürüyüş içindeki evrelerinin, sınıfsal çatışmaların, ayaklanmaların, devrimlerin, ileri ve geri salınımların kaydını düştüğü devasa bir insanlık abidesidir. İlkel insan ritüelinden mağara resimlerine, doğanın insanlaştırılmasının bir ifadesi olan mitoloji ve buradan doğup gelen hayal gücü, bu gücün bir ifadesi olan heykel ve tragedyalara, insanın içsel dünyasını kıskıvrak yakalayan Rönesans’ın tutkulu yaratıcılığından günümüze değin sanat eserlerinde; insanın doğaya karşı mücadelesini, toplumsal çatışmaları, dönüşümleri, değişik dönemlerin ekonomik-politik yapısını ve bilinç biçimlerini görürüz.
Sanat, bir toplumsal bilinç biçimidir ve o biçimi belirleyen insanın toplumsal varlık koşullarıdır. Toplumdaki diğer şeyler gibi sanat da kendi iç yasalarına bakılarak kavranamaz. Elbette sanatın karmaşık yapısı ekonomiye indirgenerek açıklanamaz. Böyle olmakla birlikte, son tahlilde her dönemin bilinç biçimleri o dönemin ekonomik temeli üzerinde yükselir. Hiçbir şey havada boşlukta durmaz. Karl Marx’ın vurguladığı üzere son tahlilde insan bilincini belirleyen, insanın ilişkili olduğu toplum ve bu toplumun üzerinde yükseldiği üretim tarzıdır, toplumun kendini üretme biçimidir. Ancak bir kez ekonomik temel üzerinde yükselen bilinç, onu belirleyen altyapıyla etkileşerek onun değişim ve dönüşümüne katkıda bulunmaya başlar. Tam da bundan ötürüdür ki, nesnel dünyayı yansıtan sanat, sadece onu yansıtmakla kalmaz, değişimine katkıda da bulunur.
Sanat, gerçekliğin bilinmesine, değerlendirilmesine ve insanın yeni bir zeminde hareket etmesine olanak sunar, hizmet eder. V. İ. Lenin’in ifadesiyle “İnsan bilinci nesnel dünyayı yalnızca yansıtmakla kalmaz, ama aynı zamanda onu yaratır da”. Verili gerçeklik ile insanın bu gerçekliğe müdahale ederek onu dönüştürmesi ve yeni temeller üzerinde yaratması arasındaki diyalektik ilişki, sanatta doğrudan ifadesini bulur.
Walter Benjamin’e göre, kültür endüstrisinin egemen olduğu kapitalist tüketim çağında, yeniden üretimin, yinelemenin esas alınmasıyla sanat yapıtının çoğaltılabilir bir hâle gelmesi, yapıtta önemli bir eksilmeye neden olup; V. İ. Lenin’in ifadesiyle, “Burjuva toplumda sanatçı pazara göre yapıt üretir,” denilen metalaşma sürecine esir edilmekteyse de; sanat insan(lık)a yeryüzünü sahiplenme cesareti verir ve bu cesaret bulaşıcı olduğu için çoğalarak insan(lık)ı kucaklayarak toplumsallaşır…
Yani çağına tanıklık eden, değişimin içindeki taraflılığıyla, “Sanat bize cesaret verir”!
Çünkü “Gerçek sanat, insan için ve insan adına yaratılır; gerçek sanat insanı geliştirmeli, daha bilge yapmalı, onu arındırmalı, ona neşe ve umut vermelidir. Sanat, doğası gereği hümanisttir, değilse zaten sanat değildir,” V. İ. Lenin’in belirtti gibi…
Bu düzlemde, “Sanatçının] kendi sanatı uğruna verdiği mücadelenin vazgeçilmez koşulları, kendine inanmak, hizmet etmeye hazır olmak ve taviz vermemek”ken; “Sanatın sorumluluğu” sanatçının mücadelesinde somutlanır!
“Koşullar sanatı şekillendiriyor”ken; kendini egemenlere pazarlamamış ve piyasaya satmamış sanat yapıtı, taklit ve ısmarlama olmaz, olamaz…
Çünkü sanat: İnsanın kendisi ile kişinin hayal gücünün, yaratımının, yeteneğinin ve sınırlarının kesişmesi ile ortaya çıkan kendini, çevresini ya da toplumunu ifade biçimidir; sanatçının sanatsal diliyle içindeki kopan fırtınaların somut ya da soyuta aktarımıdır.
Bu bağlamda da “Sanat”a yöneltilen “Ne için?” sorusunun yanıtı “Her şey” yani “Hayat”; veya var olabilerek, yaşamı estetize etmek içindir.
Ve de bir hakikât arayışı ve olarak hayata dokunup, kalabalıklarla toplumsallaşan sanat, ölüme karşı bir dirençtir.
Ancak ne yazıktır ki kapitalist egemenlik koşullarında “Günümüzde sanatın büyük bir bölümü kişiseldir ve kötü kişisel sanat, bütün sanatların en kötüsüdür”!
Tıpkı yalakalık yapıp; omurgalı ve muhalif olmayan Mazhar Alanson ile Bülent Ortaçgil veya “yerli ve milli”ci saçmalık(lar) gibi…
VE TİYATRO…
“Tarih, tiyatrosuz yükselmiş
bir millet gösteremez.]
Hamlet’in “Yaptığın söylediğini tutsun, söylediğin yaptığını… Doğduğu gün de, bugün de tiyatronun asıl amacı nedir? Dünyaya bir ayna tutmak, iyilerin iyiliklerini, kötülerin kötülüklerini göstermek, çağımızın ne olup ne olmadığını ortaya koymak,” sözleri, tiyatronun amacını, “Ne”liğini ortaya koyar…
O hayatın ta kendisidir; insana, insanı, insanla anlatma sanatıdır.
Yunanca’da “Seyirlik yer” anlamına gelen ‘Theatron’dan türetilen ‘Tiyatro’, yazının olmadığı, konuşmak için ortak dilin işaretlerle sınırlı olduğu kesitte sahne, mağaralardı; oyuncularsa ilk insanlardı.
Ateş başında av maceralarını anlatılırken; birisi avcıyı, diğeri avı, öteki ağacı, başkası da taşı oynadı. Böylelikle “Ava nasıl gidilir, av nasıl vurulur, mağaraya nasıl dönülür”ü anlattılar.
Böyle başladı tiyatro öyküsü; duygu ve düşüncelerin dışa vurumuyla/ yansıtımasıyla…
Kökeninde, ilkel insanın doğa olaylarını kendi bedensel hareketleriyle simgesel olarak temsil etme çabaları yatardı…
Avrupa’da üst paleolitik çağdan (İ.Ö 40-10 bin yıl önce) kalma mağara resimlerinde, ellerine ve yüzlerine hayvan postları geçirmiş insanların ritmik hareketler yaptığı görülmektedir. Bunlar, maske ve kostüm kullanımının dolayısıyla tiyatronun ilk örneği sayılır. Maske, kişinin kendi kimliğinin aşarak başka kimlikleri ve daha genel varlık biçimlerini temsil etmesinin en etkin yollarından biridir.
Bu çerçevede “Kendini bil”meyi deneyen insan(lık)ın kendini arayıp, anlattığı sanat olarak tiyatro, anlamı arayan insan(lık) için soru(n)lara çözüm bulmanın, kurtuluşun mevzisidir! Yani aşk, isyan, devrim ve hayata benzer tiyatro…
Çünkü tiyatro yaşamın kendisidir. Geçmişi, bugünü ve geleceği anlamamıza yardımcı olur. Tiyatro, sanatçısı ve seyircisi ile bir bütündür ve yaşama mündemiçtir. Gücü de buradan gelir zaten. Beraber gülmek, beraber ağlamak, beraber düşünmek gibi insanca duygular aşılar. Ağlatır, güldürür, eğlendirir ama eğlendirirken düşündürür ve bilinçlendirir. İnsanı kendisiyle yüzleştirir. Kendimizi, değerlerimizi bir kez daha sorgulatır. Yaşamın akışında fark edilemeyen ya da unutulan kimi zaman ana sorunları, kimi zaman detayları farklı bir gözle görmemizi sağlar.
Tiyatronun ilk teorisyeni olarak kabul edilen Aristoteles’in ‘Poetika’sından başlayarak tiyatronun izini modernine kadar sürersek; o, bütün sanatları kullanıp bunları uyumlu bir biçime dönüştüren tek sanattır. Bir tiyatro yapıtı, kendine özgü kuralları ve nitelikleri olan bir yaratıdır. Özünde hareket vardır. Sözü görünüşe, düşünceyi eyleme sokar.
Tiyatro konusunda ilk kuramsal görüşler, Antik Yunan düşüncesinde filizlenmiştir. Antik Yunan uygarlığının İ.Ö. V. ve IV. yüzyıllarını kapsayan Klasik Çağ, sanat ve kültür açısından en parlak dönem olmuştur. Tragedya ve komedya türünde en büyük yapıtların yazılması bu döneme rastlar.
Tragedyanın, Antik Yunan uygarlığının Arkaik Çağı sayılan İ.Ö. VII ve VI. yüzyılda Tanrı Dionysos onuruna yapılan törenlerde söylenen dithirambos şarkılarından doğduğu varsayılmaktadır. Giderek belli biçim kalıplarına göre yazılmaya ve şiirsel nitelik kazanmaya başlayan bu koro şarkılarına bir de konuşan kişi “hipokrites” (yanıt veren) eklenince, tiyatronun dialog çekirdeği oluşmuştur. Yunanca “teke” anlamına gelen “tragos” sözcüğü ve şarkı anlamına gelen “aoide” sözcüğünün birleşmesi ile konuşmalı şarkı “tragoidia” (tragedya) adını almış ve dinsel törenin bir parçası olmaktan çıkıp bir sanat gösterisine dönüşmüştür.
Komedyanın ise, Dionysos için düzenlenen bağbozumu törenlerinden doğduğu varsayılır. Köylerde yapılan ve bolluğu, üremeyi kutsayan halk geçit törenlerine, “komos” (eğlence) deniliyordu. Komedya, bu eğlenceli geçit törenlerinde yapılan açık seçik taklitlerin düzenli bir biçim kazanmasıyla oluşmuştur.
Atina’da kültür ve sanatın koruyucusu olan Pesistratus, Dionysos şenliklerinde tragedya yarışlarını başlatmış, giderek komedya türü de yarışmalarda yer almaya başlamıştır. Bu yüzyılda oyunlarının ancak bir bölümü günümüze gelebilen Aiskhylos, Sophokles, Euripides gibi tragedya, Aristophanes gibi komedya yazarları yetişmiştir.
Özetin özeti: Söze can katıp; sözü görüntüye; düşünceyi de eyleme çeviren “Tiyatro insanların beyinlerinde örülen duvarları yıkar.”
Çünkü Meksika’dan Sabina Berman’ın deyimiyle, “Şimdinin içinde olmanın sanatı”dır tiyatro.
Kolay mı? William Shakespeare, ‘Venedik Taciri’nin bir sahnesinde oyuncunun ağzından şöyle seslenir seyircilere: “Dünyayı olduğu gibi, yani herkesin kendi payına düşen rolü oynaması gereken bir tiyatro kabul ediyorum!”
Henri Bataille de tiyatroyu sanat felsefesi olarak estetik ölçülere göre tanımlayıp, “Seyretmek ressamlıktır. Acı çekmek, şairlik. Plastikle ruhun birliğinden en mükemmel canlı sanat doğar ki, buna da tiyatro denir!” notunu düşmüştür.
TİYATRONUN POLİTİKASI
“Tiyatron, düşleyebildiğin kadardır.”
Evet, evet Alain Badiou’nun altını çizdiği üzere, “Mallarmé’nin söylediği gibi tiyatro üstün bir sanattır” çünkü felsefe ve tiyatro arasında Platon’dan bu yana kurulan “başat” ve “zor” bir ilişkiyi yansıtır. Felsefe ve fars arasında kurulan ilişki, duyumsanan dünyanın yeniden ölçeklendirilmiş yansımasıdır. Badiou, felsefe ve tiyatroyu sentezlerken ölçeğini sahneye ve özneye göre ayarlar. Öncelikle sahne didaktik bir felsefe mekânı olarak kurulur. Buna yol açan Badiou’nun tiyatroya yaklaşımıdır: “Kendi içinde, kendi kaynaklarında, düşüncenin son derece aktif bir biçimi” olarak tiyatro, “düşüncenin bir eylemidir.”
William Shakespeare’in, “Dünya bir sahnedir,” notunu düştüğü bir tiyatro için “Tiyatro, daha ortaya çıktığı ilk yıllarda bile, iktidarın çocuğuydu,” demek abesle iştigaldir!
Yüzlerce yıldır değerinden, eğlendirici ve öğreticiliğinden hiçbir şey kaybetmeden günümüze ulaşan o ele avuca sığmayıp, egemenlerce katledilen Karagöz ile Hacivat’ı bu tür bir abesle yerli yerine oturtamazsınız!
Toplumun aynası olan tiyatro, -abartılı bulunacak olsa da!- bir direniş odağıdır.
Birden fazla insanın ve unsurun bir araya gelmesiyle, kolektif olarak icra edilen bir sanat olan tiyatro yer yer iktidarın balkonu, ama çoğunlukla da isyanın kürsüsü olmuştur.
Çünkü o, Aydınlık için karanlığa doğru haykırma sanatıdır; algıyı değiştirme aracıdır; izleyicisindeki değişiminin önünü açıp, insan(lık)a kendisi olma şansını veren etkinliktir.
O hâlde tiyatro için şah damardır, nefestir, sudur.
Tutkudur ve aldığımız nefeste vardır.
İster izleyin, ister bir oyunda oynayın, tiyatro ruhunuzu parlatır.
Bu ve benzeri nedenlerle sanat (ile tiyatro) hayattır, hayat kadar önemlidir.
Ancak buna karşın coğrafyamızda siyasetten spora her alanda, birinin yalan söylediğini, sahtekârlık yaptığını ima etmek için sıkça kullanılan bir söz var ki ne zaman duysak içim(izi) acıtır, “Tiyatro yapıyor,” cümlesi…
“Her duyduğumda o sözü hiç düşünmeden sarf edenin yakasına sarılıp haykırmak geliyor içimden: ‘Sen tiyatro yapmayı o kadar kolay mı sanıyorsun? Tiyatroyu yalan mı sanıyorsun? O bize sunulan hayattan çok daha gerçek, çok daha yalansız!’
O nedenle tiyatroyu bir aşağılama deyimi olarak kullanan efendiler, hiç boşuna hâllenmeyin, siz tiyatro yapamazsınız, çünkü aşk ister…”
İş bu nedenle William Shakespeare, Anton Çehov, Erwin Piscator, Bertolt Brecht, Vsevolod Emilyeviç Meyerhold, Muhsin Ertuğrul, Afife Jale, Haldun Taner, Vasıf Öngören, Mehmet Ulusoy, Augosto Boal, Dario Fo, Müşfik Kenter vd’leri çok önemlidir…
Kolay mı? Onlar sayesinde sahnelerde yankılanan ses, bir hayalden yeni bir dünya yaratanların savaş ve zafer narasıdır; Tolga Rahmi Solak’ın işaret ettiği gibi:
“Prometheus’un hikâyesini bilirsiniz. Tanrılardan ateşi çalıp insanlara hediye ettiği için tanrılar tarafından cezalandırıldı. Suçu sadece insanlara ait olanı insanlara vermek. Tiyatro gibi. Tiyatro insanlara aslında onlara ait olan, iyiyi, erdemi, doğruyu ve güzeli verir. Sokakta yaşanan vahşet sahnede dile gelir. Karanlığa teslim olmamayı dillendirir. Brecht’in dediği gibi devrim yapmaz fakat yolumuza ışık tutar. Tiyatro Karagöz ile Hacivat’tır. Haksızlığa karşı keskin bir dildir.”
Değil mi ki, “Sanat politiktir çünkü sanat hayattır, hayat ise politiktir”; o hâlde keskin politik dilsiz tiyatro; Elias Canetti’nin, “Gözlerinin değerini bilmeyen insan, köpeklerin yol göstericiliğini hak etmiş sayılır,” uyarısındaki körlüğe mahkumdur!
Unutmayın: New York Şehir Üniversitesi Tiyatro ve Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü profesörü Marvin Carlson, “Gerçek sanatçılar gerçeklerle ilgilenir, taklitlerle değil,” derken; Berliner Schaubühne Sanat Yönetmeni ve Tiyatro Rejisörü Thomas Ostermeier de ekler: “Tiyatro toplumsal sorunları öne çıkarmalıdır.”
Elbette politik tiyatro tarihine damgasını vurmuş onlarca özel insan var. Erwin Piscator, politik tiyatro tarihinde XX. yüzyıla damgasını vuran iki büyük isimden birisidir
Erwin Piscator ismi belki birçok tiyatro izleyicisi ve okur için Bertolt Brecht kadar tanıdık gelmeyecektir; ancak Erwin Piscator, faşizme karşı sanatla örgütlü mücadelenin temellerini atan isimlerden biriydi.
Bundan başka Aristocu tiyatro kuramına karşı, epik tiyatroyu yaratıp, tiyatronun değişimine çok büyük bir katkı sağlayan Bertolt Brecht’i de unutamayız.
Bertolt Brecht için tiyatro, seyirciyi düşünmeye sevk eden bir laboratuvar ve onlara bir mesaj iletmek için kullanılan bir araç olmalıydı. Bu yaklaşımı yüzünden, tiyatroda duyguları terk ettiğine dair eleştiriler almış, savunmasında duygulardan yoksun bir tiyatroyu hedeflemediğini belirtmiştir. Bertolt Brecht ve epik tiyatro’da Marksizmin etkilerini anmakta büyük faydalar vardır.
Ve Augosto Boal! Onun ‘Ezilenlerin Tiyatrosu’ndaki ifadeleriyle, “Tiyatro eylemi zorunlu olarak politiktir, çünkü insanların bütün eylemleri politiktir ve tiyatro da bu eylemlerden biridir… Tiyatroyu politikadan soyutlamaya çalışanlar bizi temel yanlışa sürüklemek istiyorlar ki, bu da politik bir tutumdur”!
MEVCUT DURUM(UMUZ)