Yağmurlu bir gün… Şaşkın ve irkilmiş gözlerle aynama bakıyorum. Kollarımın altında yırttığım paçavralar bedenime dolanıyor. Yavaş adımlarla annemin ayakkabılarını ayağıma geçiriyorum. Ahşap odamın içerisinde topuklu ayakkabılar kaygan sesler çıkarıyor.
“Şişttt, sessiz ol, çocuğu uyandıracaksın!”
Ayakkabıların topukları tak diye duruyor. Nefesim buzlu bir evin dumanı kadar belirsiz. Göğsümden yukarıya dolan ılıklık, önce kulağıma ardından tırnaklarıma yayılıyor. Aynamın odak noktasından mavi bir ışığın parıldadığını fark ediyorum o an. Keskin çizgilerle resim yapan çocukluğumu hayal meyal görüyorum. Tekrar aynı ses ninni gibi fısıldıyor
“Sana çocuğun uyuduğunu söyledim, yapma artık!”
Odanın lavanta kokusu burnumun kılcal damarlarını sızlatıyor. Dünyayı kucaklamaya hazır neşeyle kokuyu soluk boruma dek işliyorum. Bir şeylerin ters gittiğini anlamam uzun sürmüyor. Burnumun orta noktasında kocaman sinekler dolaşıyor. Aynama doğru dönüyorum ve sinekleri el çabukluğuyla kovalamaya başlıyorum. Sözcüklerim halının ortasında nota gibi yayılıyor
“Ah, lanet olası hayvanlar, hepinizden nefret ediyorum!”
Kollarımın altındaki bez parçaları, saçlarımdan akan beyaz karlarla kılık değiştiriyor. Teyzem bu beyazlara inatla “kafa derin” ya da “şu pis şeyler!” diyor. Teyzeme bu beyaz şeylerin aslen var olmadığını, onları kendisinin hayal ettiğini söylüyorum. Saçlarımın bir prenses gibi olduğunu eklemeyi de unutmuyorum tabi. Nereden bilecek her gece balkonuma o uzak ülkeden birçok insanın gelip bana nakaratlar uydurduğunu! Mehtabı izlemeye çıktığımda, havuza bakan parmaklıklarda onlarla buluşuyorum. Ah, o kadar naif, o kadar içtenler ki! Hele bir kız var içlerinde, tam güzellik abidesi. Bana uygulamam için maske önerileri, zayıflama listeleri veriyor. Geçen gece çamaşır suyunun içine zerdeçal atarken yakaladı teyzem beni ve fenalaşıp bayıldı. Ah, azman ve sinsi kadın!
Ayakkabıları bir kenara iliştiriyorum. Yeşil bir ışık yanıyor aynadan bu kez. Annem beni beşiğinde sallıyor.Parmağını emen ve minik yanakları olan tombul çocuk….Kendimi izlemeye koyuluyorum.Annemin ellerini tutuyorum. Her zaman yumuşak ve bir o kadar pütürlü. Saçlarını parmaklarıma doluyorum ara ara. Çok uzaklardan eşsiz kuş cıvıltıları geliyor. Kapı sesiyle şahane manzaram yarım kalıyor
“Leyla Hanım, ilaç saatiniz geldi.”
“Hangi ilaçlar?”
“Her gün aldığınız ilaçlar, hani size iyi gelen. Huzur veren. Öyle söylüyordunuz.”
“Bugün fikrimi değiştirdim. İlaçları almayacağım. Kati suretle ilaçların huzur verdiğine dair bir inancım kalmadı.”
“Peki, teyzenize ileteceğim.”
“İstediğin yere ilet!”
Birer eski et parçasını andıran bileklerime takılıyor bakışlarım. Üzerinde miladı dolmuş bir halhal öylece asılı duruyor. Üzerinde bir isim kazılı
“Şafağın yolcusu…”
Kumral saçlarımı makasla ilk kez kestiğim gün geliyor aklıma. Ağaçlardan dökülen yapraklar gibi, tane tane, tel tel… Sanki bir öğle yemeğinin mutsuz sonu… Son Akşam Yemeği tablosundaki kasvetli duruş gibi… Bileklerimi birbirine dokundurmaya çalışıyorum. Sıcaklık yok, aksine çok soğuk. Ayak parmaklarım bir ölü tabutundan farksız.
Basamak gıcırdayışı ve kıpırdanmalar hissediyorum. Hissim sevişen bir kadının soluğu… Karıncalanma, ürperme, kesik şarap kokusu… Ve sonsuz limon çiçekleri…
Limon çiçekleri… Teyzemi, dünyanın en şeytani varlığını babamla gördüğüm o gün… Akşam fısıltılarıyla bahçeyi sonsuzluğa boyuyor. Doğanın uyanışı, ritim tutuyor insan kalabalığına. Yıldızlar kümeleniyor, bir meleğin öpücüğü bulutlardan inen ritüel… İşte o gün, yaşamımın en korkunç, en plastik, en barbar günü! Ve annemin kendini raylara bırakışı…
Ağlamadım. Tek bir gün dahi gözyaşıyla ıslanamadı kehribar gözlerim. Kalbimin orta yerinde sahipsiz bir bebeğin cinayetini işlediler. Hiçbir şey konuşmadım. Tek bir kelime bile!
Ve doğum gününde, o ucube kadının doğum gününde bir anda çıktım ortaya. İğrenç espriler yaptım, bel altı küfürler savurdum. Bütün kadınlara ve bütün erkeklere dünyanın en iğrenç yaratıkları gibi baktım. Sonra… Koştum odama. Dolapları aradım önce. Bütün dolapları alaşağı ettim. Bulduğum ilk makasla kestim tüm saçlarımı. Sanki dünya benim saçlarımdı. Kestikçe rahatladım, kestikçe ağladım.
“Alın şu deliyi buradan!”
Makası aldım. Üzerine yürüdüm Bıraksalar, bir bıraksalar bedenini parçalayacaktım onun. Leş kargaları için ne güzel de yem olurdu, ne ziyafet!
Ne vakittir bu odadayım? Karanlık ve ışığın şarapneli ne vakittir şarkı söylemiyor. Sabahları bir jilet gün ışığı… Kristal bardağımda kümeleniyor. Neden her sabah kristal bardağımda jiletler buluyorum?
Bir zamanlar balerindim ben. Evet, evet balerindim. Yoksa değil miydim? Yani öyle olduğumu sanmış olabilir miyim? Tıpkı geceleri koltuklardan çıkan aslanlar ya da dolabımda fink atan yavru ceylanlar gibi. Bazen de yüzler görüyorum. Birbirinin aynısı değil, hayır. Böyle meyve şeklinde ya da sebze biçiminde de değil. Piyanomun tuşlarında bana sesleniyorlar. Hatta bir sabah biri içimde uyandı. Tam kalbimin ortasında. Sen kimsin? diye soracak oldum. “ Haddini aşma! “diye bağırdı bana.
Bilmemek hadsizlik miydi? Oysa tüm felsefe kitapları, tüm gerçekler aramanın esas olduğunu söylemiyorlar mıydı? “Bulmak aramaktır.” Kim demişti bunu. Ben mi demiştim?
Amannn, birileri söylemiş işte. Ha ben ha birileri… Ne fark eder ki…
“Şafağın yolcusu….” Bir o vardı bir de dünyanın en güzel Arabistan’ı. Dünyanın en güzel Arabistan’ına gitmiştik onunla biz. Bu bir şehir efsanesiydi o zamanlar, dilden dile, kulaktan kulağa dolanan. Biz bulmuştuk orayı. İkimiz. Yalnızca ikimizin görebileceği ve hissedebileceği bir yerdi orası. Bir de Aşık Veysel’in. Ağaçların hiçbir mevsim solmadığı, asla kışın gelmediği… Bütün şairlerin uğruna can verdiği… Hatta Aşık Veysel’in bile orayı gördükten sonra kör olduğu söylentileri… Doğuştan değil diyorlardı, orayı gördüğü için kördü Aşık Veysel. Sonra biz bir akşamüstü trenlere çikolata yedirdik kırlık alanda. Annem henüz raylara bir kâğıt parçası gibi düşmemişti…
Bileklerimde hafif kıvrımlar oluşturuyorum yeniden. Defalarca deniyorum, olmuyor! Bileğimdeki halhalı pullanmış derimle çeviriyorum. Üzerinde bir tarih…
22.02.1988…Bundan tam yirmi yıl öncesi… Duvarımdaki takvime uzatıyorum elimi. Tanrım! Bugün 22.02…. İşte, bugün o gün! İçimi bir sevinç kaplıyor. Oynayıp, zıplamak istiyorum. Gösterişli bir şekilde hem de, oldukça gösterişli! Sağ taraftaki butona basıyorum. Hizmetçi kızı çağırıyorum
“Bana güzel bir sabun, bir de şampuan ayarla. Yıkanacağım.”
Hizmetçi kızın yüzünde garip bir dehşet yanıp sönüyor. Ayakları geri geri gidiyor. Ve çığlık çığlığa bağırıyor
“Hanımım, yetişin, iyice delirmiş bu!”
Onu tüm kuvvetimle itekliyorum. Basamakları bir kuş çevikliğinde iniyorum. Banyoya atıyorum kendimi. Suyun sıcaklığı o denli iyi geliyor ki… Suyun akışı… Huzur içinde çıldıracağım sanki. Banyonun kapısı vuruluyor, umurumda bile değil!
Bir çırpıda suyu kapatıyorum. Neşeyle şarkılar söyleyerek holü ve salonu geçip üst kata çıkıyorum. Herkes buz kesmiş, çünkü çıplağım. Çıplaklık ne müthiş bir şey! Saklamayacağım, hiçbir şey, hiçbir şey saklamayacağım!
Usul adımlarla dolabıma uzanıyorum. Pembe bale elbisemi giyiyorum. Aynada bir kez daha bakıyorum kendime. Gözlerimin içi parıldıyor. Konuşuyorum içimdeki diğeriyle
“O gün geldi, hazır mısın?”
“Hazırım. Hadi çabuk ol!” diyor bana ve gülümsüyor.
Zarif adımlarla pencereye çıkıyorum. Aşağı doğru huzurla bakıyorum.
“Anne,sana geliyorum.Dünyanın En Güzel Arabistanı’na…”