İnsanların üst üste yaşadığı yüksek binalardan birinde yaşıyordu. Apartmana dışardan bakılınca yıllara meydan okuyan eski bir yapı gibi geliyordu insana. Tıpkı Zahide gibi… Oysaki içinde ne çok yaşanmışlık barındırıyordu tarihi mahallelerden birine dikilmiş olan bu eski bina. Bağrış çağrış sesleri, bebek ağlamaları, çocuk zıplamaları, eskimiş borulardan şıp şıp damlayan su sesleri bina sakinlerinin günlük rutinleriydi. Oysa bir zamanlar kentin en nezih semtiydi burası. Sokaklarında bile nezih bir dinginlik hüküm sürerdi. Şimdi ise bu apartmanda, bu kadar sesin içinde yalnız bir daire vardı ki evinden çıt çıkmayan, banyosundan bir gün dışında su şırıltısı bile duyulmayan kendi sessizliğinde yaşayıp giden, bir kadın vardı. Zahide Hanım. İnsanlar onun geçtiğini veya geldiğini burunlarına dolan Zahide’nin bedenine sinmiş balık ve sigara kokusundan veya günlerdir yıkanmadığı için ekşimsi terinin bıraktığı kokudan tanırdı.
Bulutları andıran beyaz kısa saçları, belirsiz kaşlarının altında iki küçük çukur gibi kalan fersiz gözleri ve eşini kaybettikten sonra hayata sarılmayı bırakmış çelimsiz kolları vardı Zahide’nin. Ve çelimsiz bedeninden umulmayan kocaman bir yüreği vardı. Ve kocaman yüreğin içinde bahriyeli bir kaptan vardı. Ve o kaptanın adı İhsan’dı…
Çıktığı son seferde gemisi alabora olmuştu. Ne ölüsünü ne dirisini bulabilmişlerdi. Aylar sonra içinde kaptan İhsan’ın olmadığı bir mezar ve mezarın başında adı yazılan bir taş dikilmişti onun için…
Daha evliliklerinin on dördüncü yılı dolmadan yitirmişti büyük aşkını. O on dört yılın her ayı balayıydı Zahide için. Her şey bir anda bitivermişti. Sanki hiçbir şey yaşanmamıştı, sanki her şey yalandı, sanki her şey pembe bir rüyadan ibaretti. Ve rüyanın sonunda kocaman bir kabus, kocaman bir sessizlik, kocaman bir yalnızlık. Ve o büyük aşkın yerine başka bir şeyi koymaya hiç yeltenmedi. Yerine birini koysaydı İhsan sanki rüyalarına bir daha gelmeyecekti. Öyle çok korkuyordu ki onu görememekten. Onu görememek demek onu yeniden, yeniden, yeniden kaybetmek demekti…
Çok istemesine rağmen bağrına basıp derdini kederini unutacağı bir evladı da olmamıştı. Tek başına deviriyordu takvim yapraklarını. Her takvim yaprağı değişiminde bir kez daha nefret etmişti sudan. Su demek deniz demekti. Deniz demek İhsan’ın mezarı demekti. İhsan’ın mezarının suyuyla yıkanılır mıydı ki… Dolayısıyla kocasını yutan koca koca suları rahatsız etmek istemiyordu. Halbuki suyun altına girip derdinden kederinden arınmak isterdi bazen. Ancak yapamazdı. Perşembe günleri hariç…
O köhne binanın koridorunda ya da kapı önünde bazen ona rastlarım. İster kapı önü olsun ister apartmanın koridoru olsun ister market manav olsun nerede rastlarsanız rastlayın kibar bir selam verir önce. Sonra lafı kendi hikayesine getirir. Tabi eşref saatiyse… Yeşil Çam filmlerini andıran tanışma hikayelerini soluksuz anlatmaya başlar. Yirmili yaşlarda bir üniversite öğrencisiyken kampüste nasıl çarpıştıklarını, yere saçılan kalemlerini yerden toplarken tutuşan ellerini, ilk buluştukları sahil kenarını, sessiz sedasız kıyılan nikahlarını, ilk danslarını, kocasını yutan koca koca dalgaları anlatır da anlatır…
Sözü bittiğinde hüzünlü bir ışık yayılır gözlerine. Maviyle bezenmiş bakışlarının derinlerindeki özlemi hisseder ona bakan biri. Uzun uzun iç geçirir sözünün sonunda. Sonra o malum soruyu soruverir.
“Ruhların sevişmesi nedir bilir misin sen?”
Sonra yanıt bekler karşısından yanıt alamayacağını bildiği için sınırlı sürelidir beklemesi. Sonrasında devam eder yine anlatmaya. Tane tane. Dura dura. Ballandıra ballandıra. Hissede hissede. Sanki gerçekten o anda ruh sevişmesi yaparcasına…
“Bir aynanın karşısına geçip onun gözleriyle bakabilir misin kendine? Onun elleriyle dokunabilir misin ellerine, yüzüne, bedenine. Bedeninde gezen parmakların onunkiler gibi yakabilir mi etini? Hoyrat öpüşünü hissedebilir misin bütün benliğinle? Ben hissederim biliyor musun?”
Onu yadırgayan bir çift göz takılırsa eğer gözlerine sinirlenir. Yüzünün rengi beyaza döner. Kinayeli bir bakış fırlatır karşısındakine. Ve devam eder sözüne.
“Bir tek bedenler mi sevişir sanıyorsun? Ruhlar da sevişir. Hem de öyle sevişir ki bir yatağın içinde acıyla kıvrandırır bütün hisler boşalana kadar. Boşaldığında sırılsıklam bir yatakta tek başına kalırsın.” diyerek paylar insanı.
Diğer günlerin aksine eğer Perşembe günü rastlarsanız Zahide’ye o zaman bambaşka bir Zahide görürsünüz karşınızda. Yalnız eşiyle ilk gecesini anar ve hala o günü yaşar, bütün sohbetinde. Çünkü Perşembe demek nikah günü demektir. Çünkü Perşembe demek onun gerdek gecesidir. Çünkü Perşembe demek mutluluğu tattığı ilk gün demektir. Onun içindir ki Zahide sadece perşembeyi cumaya bağlayan gece banyo yapar. Ogün gün içinde giyinir kuşanır dışarı çıkıp alışverişini yapar. Taranır, arınır, miski amberler sürünür. Giyinir kuşanır dışarıya çıkar alışverişini yapar gelir. Onu tanıyan herkes onun iç dünyasını bilirdi. Saçları bile neşe saçar o gün Zahide’nin. Dizlerini örten eteği dans ederek gelir sanki arkasından. Bir kuğu edasıyla süzülerek yürür eve doğru. Akşam olunca güzel bir sofra kurar iki kişilik… Çay bardağına doldurduğu sek rakısını içer karşısında boş sandalye ile şerefeleşerek. Sonra kalkar sofrasından. Turuncu berjerine oturup sokağı seyreder çakır keyif bakışlarıyla. Sonra duvardaki fotoğrafı seyreder uzun uzun. Uzun uzun sigarasını tüttürür o günleri yeniden hatırlarken. Bundan sonra sıra ruh sevişmesine gelir. Her perşembe olduğu gibi yine zifaf gecesi geceliğini geçirir sırtına. Ayaklarına kadar uzun beyaz geceliğin altında kendini bir kuğu kadar zarif bir kelebek kadar hafif hisseder. Eskimiş gardırobunun boy aynasına yaklaşıp uzun uzun yüzünü inceler. Tıpkı gardırop gibi kendisinin de eskidiğini görmezden gelir. Damar damar olmuş kırışık ellerini öper İhsan’ın dudaklarıyla.
“Sen hep mis gibi kokarsın Zahidem” deyişi dolanır odanın duvarlarında.
Gözlerini kendisinden alamaz o anda. İhsan’ın kollarında olmayı beklediği o ilk geceyi yaşar yine, yeniden. Gardıroptaki İhsan’ın üniformasını koklar derin derin içine çekerek. Yine yeniden kokuyu ezberlercesine. Sonra beyaz bahriyeli şapkasına uzanırdı elleri İhsan’ı okşarcasına okşardı incitmekten korkarcasına…
Komodinin çekmecesinde duran kocasının resmini çıkarır sonra yastığını üstüne koyar incitmeksizin. Ve sonra yanına uzanır. Kollarını birbirine bağlar, parmak uçlarıyla sever kendi omuzlarını İhsan yerine. Kırlaşmış saçlarını okşar onun elleriyle. Dudaklarında gezdirir onun parmaklarını. Her değdiği yerde bir ateş parçası bırakır İhsan’ın elleriy-miş gibi eller. Öyle çok yakar ki bu dokunuşlar canını, adeta acıyla orgazm noktasına gelir. İhsan’sız geçen yirmi yedi yılın perşembe geceleri İhsan’la dolar her yer. İhsan’sız gecenin koynunda İhsan’la yatar gece boyu. Sonra isyan eder bu yalnızlığına.
“Neden beni de almıyorsun yanına İhsan?” diye sitem eder hıçkırıklara boğularak. Ta ki yüreği tatmin olana kadar. Sonra sızar kalırdı. Göz yaşlarından dolayı ıpıslak olan yastık sabaha kadar kurumuş olurdu. Uyandığında banyoya gider uzun uzun arınırdı. Her ne kadar İhsan’ın dudak izlerinin yok olmasını istemese de boy abdesti alışkanlığını yerine getirirdi. Bir daha ki perşembeye kadar unuturdu yine her şeyi. Anılarını, özlemini ve kadınlığını…