Hasan Ali Çölük yazdı
Tiyatro bu topraklarda bir haykırış biçimidir. Kimi zaman adaleti, kimi zaman aşkı, kimi zaman da halkın susturulmuş sesini sahneye taşır. Ama bugün o sahneler ya sessiz, ya boş, ya da susturulmuş durumda. Türkiye’de tiyatro, hem ekonomik hem de kültürel anlamda derin bir tıkanma yaşıyor. Ama daha vahimi şu: Tiyatronun hayatta kalmak için verdiği mücadeleye toplum yeterince tanıklık etmiyor.
Perde Var, Seyirci Yok
Son yıllarda büyükşehirlerde yeni sahneler açılıyor, festivaller düzenleniyor, “tiyatroya dönüş” konuşuluyor ama gerçeğin sahne arkası pek parlak değil. Türkiye’nin dört bir yanında irili ufaklı tiyatro toplulukları varlık savaşı veriyor. Sahne bulamayan, salon kirasını ödeyemeyen, oyuncusuna telif bile veremeyen nice ekip var.
Üstelik bu ekiplerin çoğu, sadece ekonomik değil; sansürle, baskıyla, ilgisizlikle de başa çıkmak zorunda. Bazı oyunlar sahnelenmeden kaldırılıyor, bazı salonlar “bu metin sakıncalı olabilir” diyerek kapılarını kapatıyor. Yani tiyatro yalnızca hayatta kalmak için değil, var olabilmek için de direniyor.
Sanatçının Direnişi Sessiz, Ama Derin
Bugün Türkiye’de tiyatro sanatçısı, aynı anda metin yazarı, yapımcı, menajer ve dekor ustası olmak zorunda. Çünkü sistem ona ne destek veriyor ne de nefes alanı. Kültür Bakanlığı’nın özel tiyatrolara verdiği destekler sınırlı, çoğu zaman da belirli isimlerle sınırlı kalıyor. Sponsorlar ise daha çok “popüler” olanı finanse ediyor. Yeni metin yazan, alternatif dil geliştiren ekipler yalnız bırakılıyor.
Oysa sahnede hâlâ hayata dair bir şeyler söylemek isteyen gençler var. Kısıtlı imkanlarla hazırlanan oyunlar, kısıtlı salonlarda az sayıda seyirciye ulaşıyor. Ama o birkaç kişiye ulaşmak bile büyük bir zafer bugün.
Toplumun Tiyatroya Bakışı: Gereksiz Lüks
Daha acısı, toplumun genelinde tiyatroya karşı gelişen mesafeli tutum. Tiyatro hâlâ bazı gözlerde “elit” bir uğraş, “gereksiz bir lüks” olarak görülüyor. Halbuki tiyatro, sadece entelektüel çevrelere hitap eden bir sanat dalı değil. Tam tersine, toplumsal belleği canlı tutan, halkın ruhunu işleyen, düşünmeyi tetikleyen bir eylemdir.
Ama ne yazık ki, özellikle dijital çağda tiyatronun yeri daraldı. Gençler, iki saatlik bir oyun yerine 15 saniyelik videoları tercih eder hale geldi. Oyun izlemek değil, oyun “tüketmek” söz konusu artık. Hızlı, kolay, parlak olan her şey değer kazanırken; derinlik, emek, sabır gerektiren şeyler sessizce çekiliyor sahneden.
Seyirciyiz Ama Şahit Değiliz
Türkiye’de seyirci, çoğu zaman sahnede olan biteni izleyen bir figürden öteye geçemiyor. Oysa tiyatro, sahneyle izleyici arasında kurulan eşsiz bir bağdır. İzleyen değil, tanık olan, hatta zaman zaman sorgulayan bir seyirci gerekir.
Bugün bu bağın da koptuğunu görüyoruz. Oyunlar oynanıyor ama konuşulmuyor. Eleştiri yok, tartışma yok, kalıcılık yok. Her şey hızla tüketiliyor, ardından unutuluyor.
Perdeyi Açık Tutmak İçin Ne Gerekir?
Tiyatronun yaşaması için sadece sanatçıların değil, toplumun da sorumluluk alması gerekir. Belediyelerin salon desteğinden tutun da, okullarda çocukların tiyatroyla tanışmasına kadar çok yönlü bir kültürel seferberliğe ihtiyaç var. Sanat kurumlarının özerkliğini koruyacak, genç sanatçılara alan açacak, yerel tiyatroları güçlendirecek politikalara ihtiyaç var.
Ama en önemlisi: Tiyatroyu sahipsiz bırakmamak gerek.
Çünkü bir ülkenin tiyatrosu sustuğunda, sadece sanat değil; hayal gücü, ifade özgürlüğü ve toplumsal hafıza da susturulmuş olur.
Perde Kapanmasın Diye…
Tiyatro, bir zamanlar bizimle ağlayan, bizimle gülen, bizimle düşünen bir sanat dalıydı. Şimdi yeniden bizim olmaya, bizim için sahneye çıkmaya çalışıyor. Ona bir bilet almak, bir oyunu izlemek, bir oyuncuyu alkışlamak; sadece sanatçıyı değil, bu ülkenin vicdanını da ayakta tutmak demektir.
Perde kapanmasın. Çünkü biz o sahnede kendimizi, geçmişimizi, geleceğimizi görüyoruz.